19 Ağustos 2011 Cuma

Şeytanın Bağlanması Ve Aldatması

Şeytanın Bağlanması Ve Aldatması

Oruç Ve Şeytan - Ramazan ve Bereketi - Şeytanın Ramazanda Bağlanması


“Ramazan ayında şeytanların bağlanması ile ilgili âyet veya hadis var mı? Mânâsı nedir?”


Ebû Hüreyre (ra) bildirmiştir ki: Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Ramazan ayı geldiği vakit, Cennetin kapıları açılır; Cehennemin kapıları sıkı sıkıya kapatılır ve şeytanlar bağlanır”1

Ramazan ayı rahmet ayıdır Nitekim Kur’ân bu ayda inmiştir, bu ayda Allah’ın emri tecellî etmiş, mü’minlerin bağışlanması ile neticelenen oruç bu ayda emredilmiştir Bu ayda Allah’ın emrini dinleyerek oruç tutanların bağışlanacağı ve rahmete gark olacağı müjdelenmiştir Bu bağışlanmanın ve rahmetin neticesinde mü’minler için Cennet kapıları açılıyor, Cehennem kapıları inşallah kapanıyor Bu ayda sayısız kullar bağışlanıyor, Cennete gitmeyi hak ediyor, Cehennemden azat oluyor, yani kurtuluyor

Bu ayda şeytanların bağlanmasından anlaşılan, bu ayda şeytanların Allah kullarına zarar vermekte çok zorlukla karşılaştıklarıdır Yani şeytanların zarar verme yollarının kapatılmış olmasıdır Yani çoğunlukla kendini Allah’a kul olmaya adayan ve Allah korkusunu diğer aylardan daha ziyade yaşayan mü’minlerin, bir şahs-ı manevi oluşturarak kötülük ocaklarına revaç vermemesi, kötülük işlemekten kendilerini diğer aylardan daha ziyade sakındırması ve daha fazla iyiliklere, hayra ve emr-i İlâhiye yönelmesi nedeniyle meydana gelen rahmet ve feyiz çarşısında şeytanların malına rağbetin olmaması veya fevkalade azalması demektir Öyle ki, polis kayıtlarından anlaşıldığı gibi, istatistikler de göstermiştir ki, bu ayda suç işleme oranı diğer aylara nazaran fevkalade düşmektedir

Fakat hiç şüphesiz şeytanların bağlanması demek, hiç suç işlenmeyeceği, hiç kötülük yapılmayacağı, nefsin his ve hevesâtının hiç çalışmayacağı mânâsına gelmiyor Elbette suç işleme oluyor, kötülükler eksik olmuyor, nefis his ve hevesâtını bir tarafa bırakmıyor Çünkü imtihan devam ediyor

Bununla beraber, Allah’a dönen her kulu Allah affediyor Allah’a sığınan kurtuluyor2

***

Ali Yavuz:

*“Esnemek ile ilgili bilgi verebilir misiniz? Namazdayken şeytanın vesvese vermek için bizi esnettiği söyleniyor Peki, ‘Kur’ân okunan yere şeytan giremez’ sözü doğru değil mi? Bu konuda bizi aydınlatırsanız çok memnun kalırız”

Kur’ân okunan yere şeytanın giremeyeceği ifadesi, şeytanın Kur’ân’ı sevmediğini kinaye ile anlatan bir sözden ibarettir Yoksa şeytan öyle usturuplu giriyor, öyle ustaca iş yapıyor ki, Allah’a sığınmayan insan şeytanın ustalığı karşısında yenik düşebiliyor Soldan giremediği zaman sağdan giriyor İfsat edemediği kimseyi sûret-i haktan gözükerek bozmaya çalışıyor

Anlatılır ki, Cüneyd-i Bağdâdî’nin şeytanı yirmi sene Hazret-i Cüneyd’e gelip gitmiş, onu aldatamamış Nihayet bir gün Hazret-i Cüneyd’e:

“Yahu sen ne büyük velisin! Ne büyük kerâmet sahibisin! Ne azametli hallerin var; hiç şeytana aldanmıyorsun!” demeye başlamış

Fakat Hazret-i Cüneyd şeytanı tanımakta gecikmemiş ve:

“Mel'un şeytan! Yirmi senede yapamadığını, nefsime riya vererek yirmi saniyede yapmaya kalkıyorsun! Defol, git!” demiş ve şeytanı kovmuş

İnsan ölünceye kadar şeytan insanı terk etmiyor, insandan vazgeçmiyor İnsanı ve amelini her halinde ifsat etmeye çalışıyor Şeytanca yaklaşamazsa, sûret-i haktan gözükerek sinsice yaklaşıyor Çünkü şeytan mü’min için “apaçık bir düşmandır”3 Bunu unutmayacağız Demek şeytan, Kur’ân okuyan kimseye de yaklaşıyor, namaz kılan kimseye de yaklaşıyor Ve yapacağını yapmaktan bir an geri kalmıyor

Bu sözden maksat, Kur’ân okuyan kimsenin ve namaz kılan kimsenin şeytanın şerrinden Allah’a sığınıyor olduğunu ifade etmektir Allah’a sığınan inşallah korunur Bununla beraber, kişi bir yandan ümidini kaybetmemesi ve ibadetine devam etmesi; diğer yandan kendisini şeytanın temas edemeyeceği bir sahile atmış gibi görmemesi ve duâyı, niyazı ve Allah’a sığınmayı terk etmemesi gerekiyor

Esnemenin şeytandan oluşu esnemenin bir gaflet halini gösterdiğine işarettir Ve dikkatli olmaya çağrıdır Yani insan kendini kurtulmuş görmemeli; dikkatli olmalı ve amelinden değil, sadece Allah’tan ümit etmelidir

Ve unutmamalıdır ki, Allah, kendisinden ümit edeni yolda bırakmaz Ama nefsine ve ameline güvenen yolda kalır

Dipnotlar:
1- Rıyâzü’s-Sâlihîn, 1217
2- Lem’alar, s 242
3- Yasin Sûresi: 60

Orucumuz ve Din Kardeşliğimiz

Orucumuz ve Din Kardeşliğimiz

Oruç Ve Ramazan - Orucumuz ve Kardeşliğimiz - Ramazanı Şerif Ve Oruç Hakkında


Ramazan-ı Şerif orucunun hikmetlerinden birinin de toplum fertleri arasında yardımlaşmayı gerçekten sağlaması ve topluma barış ve huzur getirmesi olduğunu beyan eden Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, çünkü tokun ancak aç kalmakla açın halinden anladığını kaydediyor

Bedîüzzaman Ramazan Risâlesinin Üçüncü Nükte’sinde insanların kazanç ve geçim araçları açısından birbirinden farklı yaratıldığını vurgulayarak, bu çeşitlilik sonucunda kimi insanın fakir, kiminin de zengin kılındığını, her bir durumda ise her sınıf insanın imtihanda bulunduğunu nazara verir Öyle ki, zengin elindeki Allah vergisi malı doğru ve faydalı yerlere harcayıp harcamadığından ve bu mal ile etrafındaki ihtiyaç sahiplerine yardımcı olup olmadığından sorumludur Şüphesiz fakir de her şeye rağmen Allah’a isyan etmemekten, hâline râzı olmaktan, sabırlı olmaktan ve her türlü dünya sıkıntısından Allah’a sığınarak, sıkıntısını aşmak için mümkün mertebe çaba sarf etmekten sorumludur

Şüphesiz fakirin böyle çaba sarf etme hakkı ve görevi saklıdırFakat bazen olur ki, fakirin dermanı tükenmiş, elindeki avucundaki bitmiştir Belki de kendi mahallemizdeki, çoğu zaman tanıdığımız, selâmlaştığımız birisi türlü sebeplerle düşmüş ve yardıma muhtaç hale gelmiştir İnsanın her hali bir olmaz! Yarın belki bugün zengin geçinen kişi de aynı duruma düşebilir Hiç kimse yarınını garanti edebilir mi? Kader herkese örgüsünü örmüş, yazgısını yazmıştırPeygamber Efendimiz’in (asm) ifâdesiyle, “Kalemler kurumuştur”

Fakat halkın yardımseverlik duygularını sû-i istimal eden kötü niyetli kimseler yok mu, dediğinizi duyar gibiyim Oysa biz kötü örneklerle uğraşmıyoruz Biz, gerçekten aç olup, gerçek sebeplerle fakr u zarûrete düşmüş, yardım almaya muhtaç bulunan ve hattâ varlığı bile bilinmeyen, kendisini insanlardan gizleyen, Kur’ân’ın, “Onların hallerini bilmeyen kimse, istemekten çekindikleri için, onları zengin sanır Ey Habibim! Sen onları yüzlerinden tanırsın! Yoksa onlar insanlardan ısrarla bir şey istemezler” 1 buyurarak övdüğü, fakir oldukları halde insanlar içinde zengin gibi dolaşan ve hallerini bildirmeyen insanların hallerinden anlamayı burada söz konusu etmek istiyoruz

İşte böyle aç, muhtaç, fakat insanlardan bir şey istemeyen, gözü ve gönlü tok fakirleri ve yoksulları bulmalı ve onlara el uzatmalı Allah’ın emri bu Cenâb-ı Allah bir çok âyetinde zenginleri böyle fakirlerin yardımına dâvet ediyor Fakat insan kendisi tok olunca çoğu zaman herkesi tok zannediyor, açın halinden anlamıyor, yokluğu bilmiyor, yoksulluğu bilmiyor Açlığın ne çekilmez, ne dayanılmaz, ne tahammül edilmez şey olduğunu bilmiyor

İşte zenginler, fukarânın acınacak acı hallerini ve açlıklarını ancak oruç münâsebetiyle aç kalınca tam hissedebiliyorlar Şöyle on-on iki saatten beri aç olmalı ki insan, gözü kararmalı ki açlıktan, başı dönmeli ki, açlığın ne zor şey olduğunu kavrasın, yaşayarak görsün de, kanatlarını yere indirsin Yoksa, eğer oruç olmazsa, nefsine ve zevkine düşkün çok zenginler, açlığın ve fakirliğin ne kadar elem ve ıztırap verici şey olduğunu bilmedikleri gibi, aç ve yoksul olanların ne kadar şefkate muhtaç olduklarını da anlamıyor

Oysa, insanın hemcinsine karşı duyduğu şefkat, gösterdiği ilgi ve yaptığı yardımlar hakîkî şükrün esasıdır Elinde varken başkasına yardımcı olmamış bir insan, kendinden aşağılara el uzatmamış, elinden tutmamış, omuz vurmamış sıkıntılarına, açın ve yoksulun haliyle hallenmemiş, hallerini bilmemiş; diliyle şükretmesinin bir kıymeti yok! Allah’ın verdiklerine karşı hakîkî şükür, başkasına vermektir Esasen başkasına vermek, Allah’ın bize daha çok vermesi için bir duâ niteliği de taşıyor Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) bildiriyor ki, Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “Sen başkasına ver ki, Ben de sana vereyim!” 2
Hangi fert olursa olsun, toplumda kendisinden daha fakîrini bulabilir Ona karşı şefkat etmekle mükelleftir Eğer Ramazan-ı Şerif orucu vesilesiyle nefsine açlık çektirmek mecbûriyeti olmazsa, şefkat kanalları işlemiyor, zayıf kalıyor Bu durumda mükellef olduğu yardımı ve ihsanı yapmıyor Yapsa da, gerçek açlığı görmediğinden, tam yapmıyor, içinden yapmıyor, yaptığında minnetle yapıyor, belki de yaptığını burnundan getiriyor

Oysa açlığı tanıdığı zaman, fakir fukaranın halini anlıyor, elinden geldiğince yardım etmenin mühim bir insanlık görevi olduğunu hissediyor, buna kendini mecbur biliyor, yaptığını içinden, özünden, hâlisâne ve sırf Allah için yapıyor İşte insan bu ihlâsı Ramazan-ı Şerifteki oruçla kazanıyor 3

Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi: 273
2- Câmiü’s-Sağîr, 3/1275
3- Mektûbât, s 389

Ramazan-ı Şerîf ve Oruç Hakkanda Bilgi

Ramazan-ı Şerîf ve Oruç


Oruç Ve Faziletleri - Ramazan Ve Oruç Hakkında - Orucun Bize Kazandırdıkları


Oruç ayı olan Ramazan-ı Şerîf, feyizli bir hayatın yaşandığı mübârek bir mükâfât ayıdır. Nâil olduğumuz sayısız nîmetlerin kadrini hatırlatan bu ayda, fânî lezzetlerden vazgeçip bâkî lezzetlere nâil olmanın sırrına, Hakk Teâlâ'nın emir buyurduğu oruç nîmeti ile kavuşulur.

Oruç, fazîleti ve aslî gâyesi dâimî bir ibâdet şuûru içinde nefs engeliyle mücâdele etmek ve nefsi baskı altında tutarak te'sîrini asgarîye indirebilmektir.

Oruç, hayat mücâdelesinde zarûrî olan "sabır, irâde, nefsî arzulardan uzaklaşma" gibi hallerin tâlimi ile ahlâkî durumumuzu kemâle erdirir. Yine bu ibâdet, nefsin bitmez tükenmez arzularına karşı insanın şeref ve haysiyetini koruyucu bir kalkandır.

Yine oruç; sahibini, azm ü sebât, kanâat, hâle rızâ, metânet, sabır gibi ahlâkî güzelliklere erdirmenin fazîleti ile beraber mahrûmiyyet ve açlıkla nîmetlerin kadrini hatırlatır ve bu vesîle ile yoksulların hallerini düşündürüp onlara merhamet ve şefkat hisleriyle yüreklerimizi hassaslaştırır. Şükrân duygularını canlandırır. Bu vasfıyla oruç, sosyal hayattaki kin, hased, kıskançlık gibi kitleyi huzûrsuzluğa boğan menfîlikleri bertaraf etmekte en müessir bir ilâhî emirdir.

Ashâb-ı kirâmın oruca karşı çok büyük rağbetleri vardı. Onlar, tahammülü güç sıcak günlerde dahî nâfile oruç tumaya gayret ederlerdi. Bir kısmının, güneş ışığının yakıcılığından korunacak ölçüde elbiseleri bile yoktu. Elleri ile güneş ışığından ve sıcaktan korunmaya çalışırlardı. Bütün bunlara rağmen büyük bir mânevî haz ve lezzet içinde nâfile de olsa oruçlarını devam ettirirlerdi.

Şakîk-i Belhî buyurur:

"İbâdeti lâyıkıyla îfâ edebilmek, bir san'attır. Onun kazanç mekânı, halvet; vâsıtası ise açlıktır."

O açlık ki, modern tıpta bile diyet adıyla sıhhatli kalmanın en birinci şartıdır. O açlık ki, tahammülü en zor olan bir mahrûmiyyettir. Rivâyet olunur ki, nefis, yaratıldığı zaman çeşitli iptilâ ve mahrûmiyetlere rağmen Cenâb-ı Hakk'a {REF Sen sensin, ben benim..} deme cür'et ve cehâletinde bulundu, ancak ve ancak açlık sebebiyle aczini kabûl etti. Bu sebepledir ki, irâde terbiyesinde açlığa katlanabilmek kadar müessir başka bir husûs yoktur. İrâde ise, tabiî ve nefsânî meyillere karşı koyabilmenin temel şartlarından biridir.

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- buyurur:

"İnsanın asıl gıdâsı Allâh'ın nûrudur. Ona aşırı ten gıdâsı vermek lâyık değildir. İnsanın asıl gıdâsı, ilâhî aşk ve ilâhî akıldır."

"İnsan, asıl rûhânî gıdâsını unuttuğu ve ten gıdâsına düştüğü için huzûrsuzdur. Doymak bilmez. İhtirasından yüzü sararmış, ayakları titremekte, kalbi telaşla çarpmaktadır. Nerede yeryüzü gıdâsı, nerede sonsuzluğun gıdâsı?!."

"Allâh şehîdler için: {REF Rızıklandılar} diye buyurdu. O mânevî gıdâ için ne ağız, ne de cesed vardır."

Hazret-i Lokmân, oğluna şöyle nasîhat ederdi:

"Miden doyunca, fikrin uykuya dalar, hikmet susar, âzâlar ibâdetten geri kalır."

Velîlerden bir zât şöyle derdi:

"Çeşit çeşit yiyeceklerle midesini fesâda uğratan zâhidden Allâh'a sığınırım."

Âişe -radıyallâhü anhâ-:

"Melekût kapısını açmak için gayret edin!" demişti.

Sordular:

"-Ne ile?"

Mü'minlerin annesi şöyle cevap verdi:

"-Açlık ve susuzlukla!"

Sayılı günlerden ibaret olan oruç, yine sayılı günlerden ibaren olan hayatımıza incelik, derinlik ve zerâfet kazandırır.

Çünkü tokluk, nefsânî arzuları tahrîk ederken; açlık, -çok had safhaya varmadıkça- tefekkür ve tehassüs melekesini güçlendirir. Bundan dolayı akıl hastalarına ilk tatbîk edilen tedâvî perhizdir.

Bununla beraber oruç, bir ibâdet olduğundan, sırf o gâye ile icrâ edilmelidir. Onun faydaları gâye hâline getirilirse, oruç, ibâdet olmaktan çıkar. Yâni oruçlarımızda mide dolgunluklarını önlemek, kilo vermek gibi gâyeler olmamalıdır. Böyle oruçlarda rızâ-yı ilâhî düşünülemez.

Bedenî hareketlerin faydasını kasdederek veya gaflet ve kasvet-i kalb ile kılınan namazlar bile bu kabîldendir.

İbâdetler, yalnız rızâ-yı ilâhiyyeyi tahsîl gâyesi ile yapılır. Bu gâyenin gerçekleşmesi için, kalbin seviye kazanması, hamlıktan kurtulup kemâle erişmesi zarûrîdir.

Ramazan-ı Şerîfte Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in de tavsıyelerinde yer alan belli başlı birtakım husûslara dikkat etmek îcâb eder:

a. Kelime-i şehâdet,

b. İstiğfâr ve zikir,

c. Cenneti tahsîl edebilmek için bolca amel-i sâlih,

d. Cehennemden kurtuluş için harâmlardan ve kerâhetten sakınmak,

e. İmkânlar nisbetinde çokça hayır ve hasenatta bulunmak, kırık ve mahzûn kalblerin duâsını almak,

f. Oruçlu bir kimseye iftar ettirmek.

Ve emsâli...

Ramazan-ı Şerîf, mü'minlere fazîlet ve olgunluk kazandırabilecek ilâhî bir rahmet mevsimidir. Oruçlu iken ağıza bir şey girmemeğe dikkat edildiği gibi ağızdan çıkan kelâma da dikkat edilmelidir. Dedikodu ve incitmeden son derece sakınmalı ve orucun fazîletini azaltmamalıdır.

Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyurur:

"Oruç, oruçluya yakışmayan şeylerle zedelenmedikçe (tutan için) bir kalkandır."

Denildi ki:

"(Oruçlu) onu ne ile zedeler?"

Buyurdular:

"Yalan ve gıybetle..." (Nesâî; Mu'cemu'l-Evsât)

Çünkü yalan ve gıybet sahipleri, gündüzleri helâl yiyeceklerden nefislerini mahrûm bırakarak oruç tutarlar, ancak yalan ve gıybetleri sebebiyle de insan eti yiyerek mânen harâmla iftar etmiş sayılırlar. Bu şekilde zâhiren oruçlu olup mânen gıybet sebebiyle iftar etmiş olanlar hakkında Süfyân-ı Sevrî Hazretleri, takvâ ölçülerine göre:

"Gıybet edenin orucu bozulur." demiştir.

Hazret-i Mücâhid de, aynı hassâsiyete binâen:

"Gıybet ve yalan orucu bozar!" buyurmuştur.

Yâni gıybet edip yalan söyleyerek oruçlarını mânen sakatlayanlar, orucun asıl matlûb olan bir kısım yüksek fazîletinden tamamen mahrûm kalırlar.

Bunun içindir ki, dünyâ gâyeleri ile bulandırılmış, riyâ, gösteriş ve gafletle kirlenmiş oruçlar ve namazlar hakkkında Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:

"Nice oruç tutanlar vardır ki, kendisine orucundan kuru bir açlıktan başka bir şey kalmaz! Geceleri nice namaz (terâvih ve teheccüd) kılanlar olur ki, namazlarından kendilerine kalan yalnız uykusuzluktur." (Taberânî)

Namazlar, bilhassa gece namazı olan terâvih ve teheccüdler, kalbe huzûr sağlamalıdır. Bu mübârek ayda namazlara daha da itinâ etmeli, Kur'ân-ı Kerîm'i huşû ile okumalı, zikirle rûhumuzu inceltmeli, zekât ve sadakalar ile de, vicdan huzûruna kavuşmalıyız. Kur'ân-ı Kerîm Ramazan ayında dünyâ semâsına indirildiği için bu mübârek ayda Kur'ân terbiyesine girmeli, o istikâmette ibâdetler değerlendirilmelidir.

Kur'ân-ı Kerîm, asıl kalble okunur. Gözün vazîfesi, kalbe gözlük olabilmektir.

Ramazan-ı Şerîf'in diğer bir kıymeti de mü'minlere feyz ü bereket dolu bir Kur'ân hayatı yaşatması bakımından mütâlaa olunmalıdır.

Ramazan-ı Şerîf, oruç ve Kur'ân arasında ince bir râbıta ve derin bir yakınlık vardır. Hayat ve ölüm öğütlerini, Kur'ân-ı Kerîm'den başka hangi salâhiyetli kürsüden dinlemek mümkündür?

Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-:

"Oruçla Kur'ân, kıyâmet gününde kula şefâat edecektir. Oruç, sabrın yarısıdır." buyurmuşlardır.

Orucun ecri Cenâb-ı Hakk katında mahfûzdur. Hadîs-i kudsîde buyurulur:

"Âdemoğlunun her amel ve hareketi kendisine âiddir. Oruç ise böyle değil! Çünkü o, benim içindir. (Çünkü ben yemem, içmem ve bütün beşerî sıfatlardan münezzehim.) Dolayısıyla ben, onun mükâfâtını (husûsî bir şekilde) bol bol vereceğim."

Bu hadîs-i kudsînin ardından Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, şöyle buyurdular:

"Oruçlunun sevineceği iki ferâhlık vardır:

1. İftâr ettiği zaman (Cenâb-ı Hakk'ın nîmetlerine kavuştuğu için) sevinir.

2. Rabbine kavuştuğunda da orucu berekâtıyla nâil olduğu yüksek derece için sevinir." (Buhârî)

Görüldüğü üzere Cenâb-ı Hakk, oruca olan rağbeti beyânın yanında ona vereceği mükâfat ve karşılığı, beşerin oruca olan rağbetini te'mîn zımnında saklı tutmuştur. Tıpkı bir müsâbakada câzibeyi artırmak için saklı tutulan çok büyük bir mükâfat gibi...

Oruç, nîmetlerin kadrini bildiren, şükrân hisleri uyandıran, yoksulların, çâresizlerin hâlinden anlama şuûru veren, nefsânî arzu ve temâyülleri bertaraf eden, maddenin esâretinden kurtarıp "sabır" denilen en yüksek ahlâkî bir meziyyete eriştiren bir ibâdettir.

Ramazan-ı Şerîf orucu, terâvih namazı, sahur ve seher uyanıklığı bakımından çok mühimdir. Hadîs-i şerîfde buyurulur:

"Allâh -celle celâlühû-, size Ramazan-ı Şerîf orucunu farz kılmıştır. Ben de gece namazını, terâvihi sünnet kıldım. Eğer bir kimse îmânlı bir yürekle ve sevabına ermek emeli ile Ramazan-ı Şerîf orucunu tutar, terâvih namazını kılarsa, anadan doğduğu gibi günâhlarından kurtulur."

Hâli ile oruç ve namazın îfâsının kabûlünde kalbin seviye kazanması, yâni "huşû" şarttır. Namazlar, sür'atli kılınarak bir hazım vâsıtası olmamalıdır.

Ramazan-ı Şerîf'in hakîkatine erebilmek için o mevsime mahsûs olan gufrân yağmurlarından istifâde zarûrîdir. Zîrâ taşa veya denize yağan nisan yağmurunun hiçbir fâidesi yoktur. Ancak takvâ neş'esiyle bu şükrân ve gufrân faslının tadını çıkarabiliriz.

Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyurur:

"Ramazan ayı girdiği zaman cennet kapıları açılır; cehennem kapıları kilitlenir; şeytanlar zincire vurulur." (Buhârî, Müslim)

Yâni beşerî suçlar ve günâhlar, gerçek oruç tutanlarda en asgarî bir seviyeye iner. Şeytanın şerri de biter. Ancak nefsin şerrine dikkatli olmak gerekir...

Hadîs-i şerîfte buyurulur:

"Cennet seneden seneye Ramazan için süslenerek şöyle der:

{Allâh'ım! Bizim için bu ayda kullarından bizde kalacak insanlar kıl!..}......" (Taberânî)

Yine Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyurur:

"Oruç tutunuz ki, sıhhat bulunuz!" (Taberânî)

"İftarı acele ediniz; sahûru geciktiriniz!.."

Oruçlarımızı sakatlayacak ihmâllerden kaçınmak îcâb eder. Öfkeden şiddetle uzaklaşmalıdır.

Hadîs-i şerîfde buyurulur:

"Oruç, sadece yemek, içmek vesaireden kesilmek değildir. Kâmil ve sevablı oruç, ancak faydasız laftan, boş vakit geçirmekten, kötü söylemekten (dedikodudan) ve nefs-i emmârenin bütün temâyüllerinden vazgeçmektir. Şâyet biri sana söver, yahut sana karşı câhilce herhangi bir harekette bulunursa, kendi kendine: {_F deüphesiz ki ben oruçluyum!} de; sabret!" (Hakim , Beyhakî)

Zîrâ Ramazan-ı Şerîf'in bir adı da {_F feehru's-sabır}dır.

Sabır, güzel ahlâkın ağırlık merkezidir. Îmânın yarısı, ferah ve seâdetin anahtarıdır. Cennet nîmetlerine kavuşturan büyük bir nîmettir.

Dîn ve ahlâkda sabır, hoşa gitmeyen ve ızdırap veren hâdiseler karşısında muvâzeneyi bozmadan sükûnete bürünmek, Hakk'a teslîm olmakdır.

Enbiyâ ve evliyâ, sabırla Allâh'ın yardımına nâil oldular. Onlar bizim yüksek örneklerimiz olmalıdır.

Sabrın dünyevî tarafı acı, âhıret tarafı çok parlaktır. Sabrın acılarını sîneye çekenler, ebediyyet devleti olan cennete ve Allâh'ın rızâsına kavuşurlar.

Her hâlukârda Allâh'ın emir ve yasaklarındaki nîmet, hikmet ve ilâhî mükâfâtları düşünmek, sabrı kolaylaştırır.

Sabrın ilk şartı da, hâdise ile ilk karşılaşma zamanında olmasıdır. Tavı geçmiş bir sabrın, fazla bir mükâfâtı yoktur.

"Sabûr" ism-i şerîfinin en güzel tecellî merkezi peygamberler ve evliyâullâhdır. Nitekim onlardan bizlere intikâl eden en güzel ahlâk-ı seniyyeden biri olarak varlık ve darlık zamanlarında sabır, çok mühimdir.



***

Oruçlarımızı Allâh -celle celâlühû- beraberliğinde tutmamız için "sahur, terâvih, zikir, Kur'ân ve duâ" gibi mânevî istinadlardan lezzet almak îcâb eder.

İftar zamanı da, duâların kabûl olduğu ince bir vuslat demidir. Bunun içindir ki, bu heyecanlı anların birlikte yaşanması da ayrıca bir rahmet ve huzûr kaynağıdır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyururlar:

"Kim bir oruçluya iftar verirse, oruçlunun ecri gibi -oruçlunun sevabından hiçbir şey eksilmeden- ecir alır." (Tirmizî)

Bu müjdeyi duyan ashâb-ı kirâmın fakîrleri, Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'e gelerek kendilerinin zenginler gibi oruçluyu doyuracak derecede iftâr yemeği vermeye güçlerinin yetmediğini hüzünle arzettiklerinde de Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, şöyle buyurdular:

"Kim bir oruçluyu bir hurma ile iftâr ettirirse veya bir içecek su ile veya tadımlık bir süt ile iftâr ettirirse, Allâh Teâlâ, ona aynı sevabı verir."

***

Nâfile oruçlarda ayrı bir hassasiyet vardır. Zîrâ has kulların amelinin esası sıdktır. Bu da, niyyetin hâlisiyyeti ve nefsin tezkiyesi nisbetindedir.

Bu husûsda gerek nâfile oruç tutmak, gerek oruçsuzluk, gerek oruç tutmayanların ısrarı ile nâfile orucu bozmak, gerekse bozmamak şeklinde sağlam bir niyete bağlı olan her amel efdaldir.

Ebû Saîd -radıyallâhü anh- anlatır:

"Ben Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- ve ashâbı için bir yemek hazırlamıştım. Yemeği kendilerine takdîm edince, aralarından bir kimse çıkıp {REF Ben oruçluyum!} dedi. Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-:

"-Kardeşiniz sizi çağırdı ve sizin için hazırlık yaptı. Şimdi sen "oruçluyum" diyorsun. Orucunu boz ve onu bir başka gün kazâ et!» buyurdu." (Tirmizî, Ebû Dâvûd)

Orucu bozmamakla alâkalı rivâyet ise şöyledir:

"Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- ve ashâbı, Bilâl -radıyallâhü anh-'ın oruçlu olduğu bir mecliste yediler ve içtiler. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-:

{ Biz rızkımızı yiyoruz.. Bilâl'in rızkı ise cennettedir.} buyurdular." (İbn-i Mâce)

Bu hadîs-i şerîfler gösteriyor ki, niyet ve kalbin durumuna göre nâfile orucu îcâb ettiğinde bozup bozmamak husûsunda her iki davranış da câizdir.

Amellerin değerlendirilmesi Allâh'a âiddir. Ömrün hayırlısı, O'nun yanında geçen ve O'nun uğrunda harcanandır. İnsan, mezara indirilirken fânî hayatın ancak hâtıraları ile gömülecektir. Mezarlar, amel-i sâlihden başka hiçbir şeyin giremediği mekânlardır.

Allâh rızâsına uygun düşmeyen bir hayat, çöllerdeki seraplara benzer. Hakîkatten nasîbsiz hayâlden ibârettir.

Hadîs-i şerîfde:

"Mü'min öldüğü zaman, namazı baş ucunda, sadakası sağında, oruç göğsünde bulunur." buyurulması, bunun en güzel bir delîlidir.

Allâh'ın sonsuz kereminden umulur ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in buyrukları sebebiyle bizlerin mübârek Ramazan ayının biraz daha fazla kıymetini bilmemize, ona daha fazla değer verip daha fazla sevap işlememize ve daha az günâha girmemize sebep olur.

Hadîs-i şerîfde buyurulur:

"Eğer insanlar, Ramazan-ı Şerîf'in ne olduğunu lâyıkıyla bilselerdi, senenin tamamının Ramazan olmasını arzu ederlerdi."

Günlerimiz mübârek, Ramazan-ı Şerîf'imiz makbûl olsun!..


İstikbâl mü'minlerindir...

Rûhânî Bir Hayat Terbiyesi Ramazan-ı Şerif

Rûhânî Bir Hayat Terbiyesi Ramazan-ı Şerif


Ramazanın Önemi - Nefsin Terbiyesi Ve Ramazan


Rabbimiz, kullarının ebedî saâdeti için; hayat takviminde, ilâhî rahmet, af ve mağfiretin âdeta tuğyân ettiği birtakım mânevî kazanç mevsimleri tâyin buyurmuştur. Bu mevsimlerin en bereketlisi, hiç şüphesiz ki Ramazân-ı Şerîf’tir. Zîrâ:

- Hidâyet rehberimiz Kur’ân-ı Kerîm, bu mübârek ayda indirilmiştir.

- Müstesnâ bir rûhî olgunluk vesîlesi olan oruç ibâdeti, bu aya mahsus bir farz kılınmıştır.

- Bin aydan hayırlı olan Kadir Gecesi, Ramazan geceleri içinde lutfedilmiştir.

- Bu ayın geceleri; iftar, terâvih ve sahurlarla bereketlendirilmiştir.

- Çeşitli ihtiyaç ve mahrûmiyetler içinde kıvranan muzdarip gönüller, en çok bu ayın gelişiyle ümit ve sevince gark olurlar. Zîrâ zekât, sadaka ve infak gibi ibâdetler, tebessümü unutmuş nice yüzleri bilhassa bu ayda sürûra kavuşturur.

- Bu ayda ulvîliklerin ve cennetlerin kapıları açılır.

- Günahlardan korunmak, kötülüklerden el çekmek sûretiyle cehennem kapıları kapanır.

- Şerler ve şeytanlar da, kâmil mü’minlerin takvâ zincirleriyle bağlanır.

Böylece mü’minlere ebedî saâdet kapılarını açan Ramazan; bütün bir ümmetin ikbal kapılarını da aralar.

Kur’ân ve Ramazân

Cenâb-ı Hak buyurur:

“Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’ân’ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden Ramazan ayını idrâk edenler, onda oruç tutsun…” (el-Bakara, 185)

Âyet-i kerîmede Kur’ân’ın Ramazan’da indirildiği ve onun hak ile bâtılı, hayır ile şerri, iyi ile kötüyü birbirinden ayırt edecek hikmet ve hakîkat nurlarıyla dolu bir kitap olduğu bildirildikten sonra, bu mübârek aya kavuşanların Kur’ân terbiyesi altında oruç tutmakla mükellef oldukları beyân edilmektedir.

Bu bakımdan Kur’ân ile Ramazan arasındaki derin yakınlık ve ince irtibâtın çok iyi idrâk edilmesi îcâb eder.

Abdullah bin Abbas -radıyallâhu anhümâ- şöyle anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanların en cömerdi idi. O’nun en cömert olduğu zamanlar da Ramazan’da Cebrâîl -aleyhisselâm-’ın, kendisi ile buluştuğu vakitlerdi. Cebrâîl -aleyhisselâm-, (vahiy getirme vazîfesinin dışında da) Ramazan’ın her gecesinde Peygamber Efendimiz ile buluşur, (karşılıklı) Kur’ân okurlardı. Bu sebeple Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Cebrâîl ile buluştuğunda, hiçbir engel tanımadan esen rahmet rüzgârlarından daha cömert davranırdı.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 5, 6, Savm 7; Müslim, Fezâil 48, 50)

Bu hakîkatin bizlere telkîn ettiği mânevî tâlimâtı güzelce idrâk etmemiz gerekir. Buna göre; Ramazân-ı Şerîf’in feyz ve bereketinden lâyıkıyla istifâde için, bilhassa bu ayda Kur’ân-ı Kerîm ile çok daha fazla meşgûl olmamız îcâb etmektedir.

Esâsen mü’minin her yirmi dört saatinde mutlakâ yer alması gereken Kur’ân tilâvetini bu mübârek günlerde daha da artırmaya gayret etmeliyiz. O’nun mânâ iklîmine girerek, muktezâsınca amel etmeye, hâl ve tavırlarımızı, bu ilâhî tâlimatlar önünde mîzân ederek eksiklerimizi telâfîye çalışmalıyız.

Zîrâ ferdin ve toplumun huzûru, Kur’ân’ın rûhânî hayâtına girmekle tahakkuk eder. Kur’ân, mü’minin iç ve dış dünyasını aydınlatan ilâhî bir nurdur. İnsanı, ibretler, hikmetler ve kıssalarla irşâd ederek Hakk’a vâsıl eden ebedî bir saâdet kılavuzudur.

Hayat ve istikbâlin meçhulleri içinde daralmış, karışık felsefelerin kasvet ve buhranları ile sarsılmış olan “ebediyet yolcusu”na; huzur, sükûn ve tatminkâr irşad sesi, Kur’ân-ı Kerîm’den başka ne olabilir?!

Fânî hayatın med-cezirleri arasında bunalanları tesellî eden; iki mezar taşı arasında tıkanıp kalan idraklere ebedî saâdet huzûrunu ikrâm eden, yine Kur’ân’ın engin muhtevâsından başkası değildir.

Hayat Nîmetinde Ramazan Fırsatı

Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’de zamâna yemin ediyor. Hayat ırmağımızın şiddetle akmakta olduğunu, fânî ömürlerimizin büyük bir hızla tükeniş hâlinde bulunduğunu hatırlatıyor. Dünya hayatının kısa bir zaman dilimi olduğunu, asıl hayatın âhiret hayatı olduğunu açıkça beyan buyuruyor. Böylece bizleri gafletten îkaz ediyor. O hâlde mü’min:

- Allâh’ın lutfettiği zaman nîmetinin kadrini tefekkür edip onu en kıymetli gâyeler için ve en bereketli şekilde değerlendirme azminde bulunmalıdır.

- Hayatı amel-i sâlihlerle geçirmenin lüzûmunu idrâk etmelidir.

- Hayat senedinin vâdesi dolmadan, duâ ve tevbede acele etmelidir.

Düşünmek gerekir ki; sayılı günlerden ibâret olan dünya hayatı, yine sayılı günlerden ibâret olan Ramazan’a ne kadar da benzemektedir. Bu itibarla, mânevî bakımdan müstesnâ bir lutuf ve kazanç mevsimi olan Ramazân-ı Şerîf’i de büyük bir dikkat ve titizlikle ihyâ etmek îcâb eder.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- anlatıyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ramazan ayında ibâdet husûsunda diğer aylarda görülmeyen bir gayret içerisinde olurdu. Ramazan’ın son on gününde ise kendisini çok daha fazla ibâdete verirdi. Bu günlerde geceyi ihyâ eder, âilesini uyandırır ve izârını bağlardı. (Yâni ibâdet için hazırlıklarını tamamlar ve büyük bir azimle Hakk’a yönelirdi.)” (Buhârî, Fadlu Leyleti’l-Kadr, 5; Müslim, İ’tikâf, 8)

Ramazân-ı Şerîf’i lâyıkıyla ihyâ edenler, sayısız nîmetlere nâil olurlar. Ona duyarsız kalanlar ise, dehşetli bir mahrûmiyete dûçâr olurlar. Zîrâ hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz şöyle buyurur:

“Cebrâîl -aleyhisselâm- bana göründü ve; «Ramazan’a erişip de günahları affedilmeyen kimse rahmetten uzak olsun!» dedi. Ben de «Âmîn!» dedim…” (Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545)

Oruca Sarıl…

Ramazân-ı Şerîf’in lâyıkıyla ihyâsı yolunda en çok dikkat edilecek husus, şüphesiz ki oruç ibâdetidir. Oruç, bize dünyanın fânî nîmetleri elinden alınacak bir âhiret yolcusu olduğumuzu hatırlatır.

Kur’ân’ın rûhâniyeti altında, bâzı fânî nîmetlerden mahrûmiyetle gerçekleşen bu nefis terbiyesi, ebedî cennet nîmetlerinin bir müjdecisi mâhiyetindedir.

Ebû Ümâme -radıyallâhu anh- birgün:

“–Yâ Rasûlallâh, bana öyle bir amel tavsiye et ki, Allah Teâlâ beni onunla mükâfâtlandırsın.” deyince, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- cevâben:

“–Sana, oruca sarılmanı tavsiye ederim. Zîrâ o, misli olmayan bir ibâdettir.” buyurdular. (Nesâî, Sıyâm, 43)

Sahurların yüksek fazîlet ve kıymetine de şöyle işâret ettiler:

“Bir yudum su ile dahî olsa sahur yapınız.” (Abdurrazzâk, Musannef, IV, 227/7599)

“Sahur yemeği yiyin, zîrâ sahurda bereket vardır.” (Buhârî, Savm, 20)

Ramazan orucu, helâllerin bile bir riyâzat içinde kullanılmasının tâlimidir. Bu hâl, bize haram ve şüphelilerden ne kadar büyük bir titizlikle sakınmamız gerektiğini telkîn etmektedir.

Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anh- şöyle buyurur:

“Namaz kılmaktan zayıflayıp yay gibi, oruç tutmaktan eriyip çivi gibi olsanız da, haram ve şüphelilerden kaçmadıkça, Allah o ibâdetleri kabul etmez.”

Orucun, haram ve şüphelilerden sakındırma husûsundaki bu terbiyevî yönüne dâir, Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Oruç der ki: «–Allâh’ım! Bu kişi helâl lokmayı bile Sen’in emrine uyarak yemedi. Susuzken su içmedi. Bu kişi nasıl olur da harâma el uzatır?!»”

İşte oruç, içimizdeki nefis canavarını zabt u rabt altına alan ve böylelikle insanın derûnunda fıtraten meknuz olan merhamet ve şefkat duygularının inkişâfına zemin hazırlayan rûhî bir disiplindir.

Hakîkaten oruç; nîmetlerin kadrini bildiren, hamd ve şükre sevk eden, yoksulların hâlinden anlamayı öğreten, muhtaçların “acıyın bize” feryatlarına karşı gönüllerde merhamet akisleri uyandıran, şefkat ve merhameti bütün fânî sevdâların üzerine yükselten, kimsesiz bîçârelere yardım hissini canlandıran ne ulvî bir kulluk şuurudur. Yine oruç, gönüllerdeki ihtiras ve tamâ fırtınalarını dindiren ve nihâyet sabır meziyetini tâlim eden ne güzel bir terbiye mektebidir.

Nefisleri terbiye eden bu mektebin en mühim yönü de şüphesiz ki insana yaşattığı birtakım imtihanlardır. İnsan bu imtihanlara, doğru karşılık verebildiği ölçüde ve önüne çıkan engelleri sabırla aşabildiği nisbette orucun hakîkatine yaklaşmış olur.

Nitekim oruçluyken sabırla aşılması gereken bu imtihanlardan biri, hadîs-i şerîfte şöyle ifâde buyrulur:

“Hiçbiriniz oruçlu olduğu gün çirkin söz söylemesin ve kimse ile çekişmesin. Eğer biri kendisine söver veya çatarsa «ben oruçluyum» desin.” (Buhârî, Savm, 9)

Esâsen insanlarla çekişip münâkaşaya girmek, hiçbir zaman tasvib edilecek bir tavır değildir. Kaldı ki oruçlu bir insanın böyle bir çirkinliğe bulaşması, tuttuğu orucun rûhâniyetini zedeler, onun feyzini zâyi eder. Bu hususta her zaman takınmamız gereken tavrı, yüce Rabbimiz şöyle beyân etmektedir:

“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzû ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara lâf attığında (incitmeksizin) «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63)

Bunun içindir ki oruç ibâdeti, rûhî bir derinlikle, mâlâyânîden el çekerek, nezâket, zarâfet ve hassâsiyetle îfâ edilmelidir. Yalnızca mîdeyi aç bırakmakla kâmil bir oruç tutulmuş olmaz. Makbul bir oruç, bedendeki bütün uzuvların haram ve şüphelilerden muhâfaza edilmesi yönünde nefsin dizginlenmesini gerektirir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in âzatlısı Ubeyd şöyle anlatır:

İki kadın oruç tutuyorlardı. Öğle üzeri bir kimse gelerek dedi ki:

“–Yâ Rasûlallah! Şurada iki kadın var, oruç tutuyorlar. Neredeyse susuzluktan ölecekler. (Müsâade buyurursanız oruçlarını bozsunlar.)” dedi.

Allah Rasûlü ondan yüz çevirdi, cevap vermedi. Gelen kimse sözünü tekrar etti:

“–Yâ Nebiyyallâh! Vallâhi neredeyse ölecekler.” dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“–Çağır onları!” buyurdu. Kadınlar geldiler. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- bir kap istedi. Kadınlardan birine vererek:

“–İçindekileri çıkar!” dedi. Kadın, kabın yarısını dolduracak şekilde kan, cerâhat ve et kustu. Diğerine de aynı şekilde emir buyurunca, o da kabı dolduruncaya kadar kan ve taze et çıkardı. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bunlar, Allâh’ın helâl kıldığı şeylerden kendilerini tuttular, onlara karşı oruçlu oldular, haram kıldığı şeylerle de oruçlarını açtılar. Birbirinin yanına oturup, insanların etlerini yemeye (gıybet etmeye) başladılar.” buyurdu. (Ahmed, V, 431; Heysemî, III, 171)

Yâni oruçlu iken ağza bir şey girmemesine dikkat edilmesi gerektiği gibi, ağızdan çıkan her söze de dikkat edilmelidir. Dilimiz kalblere saplanan bir diken değil, rahmet lisânı olmalıdır. Gerçek ve feyizli bir Ramazan hayatı yaşayabilmek için Kur’ân hikmetleriyle yoğrulmuş hassas bir gönle ve İslâm’ın güleryüzünü yansıtan mütebessim bir çehreye sahip olmak gerekir.

İhlâs ile Kulluk

Ramazân-ı Şerîf, aynı zamanda güzel bir kulluk terbiyesidir. Allâh’a samîmî bir gönülle kul olamayanlar, neticede kula kul olmak gibi kötü bir âkıbete dûçâr olurlar. Bu hâl ise insanlık haysiyet ve şerefine yazık etmektir.

Muhammed İkbal, Allah’tan uzaklaşıp kullara kul olmanın zavallılığını şöyle ifâde eder:

“Ben bir köpeğin bile, diğer bir köpeğin önünde eğildiğini görmedim.”

İşte Ramazan’ı lâyıkıyla idrâk ve ihyâ edebilmek, tevhîd’in hakîkatinde derinleşerek yalnızca “Hakk’a kulluk” şuurunu yaşamaya bağlıdır. Bunun için de mânevî bir lutuf mevsimi olan Ramazân-ı Şerîf’te bilhassa rûhâniyetimizi seviyelendirmeye gayret etmemiz îcâb eder.

Bu hususta yeğâne geçer akçe de; “ihlâs”tır. İbâdetlerin kemâlini artıran; kalb temizliği, niyet berraklığı ve samîmiyettir. Nefsânî menfaat düşüncelerinin karıştığı, Hak rızâsından gayrı gâyelerin ortak edildiği ibâdetlerden bir hayır umulamaz. Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

“Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan kendisine kuru bir açlıktan başka bir şey kalmaz! Geceleri nice namaz (terâvih ve teheccüd) kılanlar vardır ki, namazlarından kendilerine kalan yalnız uykusuzluktur.” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 21)

Zîrâ Allah rızâsına ulaştırmayan ve âhirete saâdet sermâyesi kılınmayan ameller, ebedî istikbâlin tehlikeye atılmasıdır. Âhiret yolculuğuna azıksız çıkmak ise, en büyük hüsran sebebidir. İhlâs ve huşû ile îfâ edilmeyen ibâdetler, âhirette kulun eliboş kalmasına sebebiyet verir.

Büyük bir kazanç mevsimi olan Ramazan’da yapılan ibâdetler de, bu aya mahsus bir alışkanlık veya geleneğin îcâbı olarak değil, Cenâb-ı Hakk’a samîmî bir kulluk şuuruyla îfâ edilmelidir. Aksi hâlde ibâdetlerin rûhâniyeti kaybolur; tutulan oruçlar bir perhiz; sür’atle kılınan terâvihler ise bir hazım vâsıtası olmaktan öteye geçemez.

Hâlbuki, bilhassa bu feyizli gün ve gecelerde ibâdetlere çok daha büyük bir titizlik göstermek gerekir. Namazları, Rabbimizle müstesnâ bir mülâkat vasfında kılmak îcâb eder. Zîrâ gerçek mânâda kılınan bir namaz; kişinin kusur, acziyet ve hiçliğini îtirâf ile maddî-mânevî bütün ihtiyaçlarını Hak Teâlâ’ya arz etmesidir.

Namazın tam ve makbul olması için, erkekler tarafından cemaatle kılınması da Allah Rasûlü’nün mühim bir tavsiyesidir. Zîrâ cemaat hâlindeki mü’minlerin duygu derinliği artar. Nitekim Fâtiha Sûresi’nde hep tekrarladığımız; “Ancak Sana kulluk eder ve ancak Sen’den yardım dileriz.” niyâzı da mü’minlere cemaat şuurunu telkîn eder.

İbâdetlerin özü olan duâ da, kulun benliğinden sıyrılarak Rabbine sığınmasıdır. Allâh ile kul arasında en mühim bir mânevî bağ durumundadır. Bu bağı koparanlar, Hak katındaki değerlerini de zâyi etmiş olurlar. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“(Rasûlüm!) De ki: Sizin (kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?!..” (el-Furkân, 77)

Öte yandan sahurlar da mü’minlere bir bakıma seher vaktinin feyzinden istifâde yönünde bir mânevî terbiye zamanıdır. Seher vakitleri, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına husûsî dâvet anlarıdır. Kulun, Rabbinden gelen bu dâveti nîmet bilmesi ve teşekkürlerle karşılaması îcâb eder. Âyet-i kerîmede: “•: seherlerde istiğfâr edenler” (Âl-i İmrân, 17) medhedilmektedir.

Hak dostlarının ganîmet bildikleri seher vakitleri, duâ ve ilticâların en çok kabul edildiği zamanlardandır. Muhammed İkbal der ki:

“Dünyâyı örten semâ kubbesinin dışına bir yol buldum ki, oradan seher vakti «Âh!..» eden insanların niyâzı, düşünceden de hızlı bir şekilde Allâh’a doğru uçar, vuslata doğru mesâfe alır.”

Seher vakitlerinde ibâdet ve tazarrû ile meşgûl olmak, gönle apayrı sır ve hikmet ufukları açar. Bu hususta Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

“Geceleri uyan ve Hakk’a yürü! Çünkü gece, senin için sırlar yurduna rehberlik eder. Herkes uyurken ilâhî aşk sırları, mânâ zevkleri gönlüne bereketli bir yağmur gibi yağar. Çünkü geceleyin gönül pencereleri açılır, ötelerden nasipler gelir. Lâkin bu hâller, yabancıların gözlerinden gizlenir.”

Yine bu mübârek ayda, bol bol zikrullâh ile meşgûl olarak, alıp verdiğimiz nefeslerimizi dahî mânen arındırmamız îcâb eder.

İşte evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennemden kurtuluş vesîlesi olan Ramazân-ı Şerîf’ten lâyıkıyla istifâde için, ibâdetlerimizi ihlâs ve samîmiyetle îfâ etmek ve gücümüz nisbetinde bunları çoğaltmak îcâb eder. Zîrâ bu kazanç mevsimindeki ameller, âhiret yolculuğumuzun belki de en kıymetli azığı olacaktır. Nitekim Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:

“Mü’min öldüğü zaman, namazı başucunda, zekâtı sağında, orucu solunda bulur.” (Bkz. Heysemî, III, 51) buyurarak ibâdetlerimizin kabrimizde bize yoldaş olacağını haber vermiştir.

Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- de şöyle buyurur:

“(Kabir ve âhiret) yolculuğunuzun nasıl olmasını arzu ediyorsanız, hazırlığınızı ona göre yapın!”

Kadir Gecesi

Kadir gecesi, Cenâb-ı Hakk’ın, ümmetler içinde sadece ümmet-i Muhammed’e müstesnâ bir ikrâmı olarak lutfettiği, en zengin mânevî hazinelerden biridir. Onun ihtişam ve azameti, kıymet ve ehemmiyeti, müstakil bir sûre-i celîle ve birçok hadîs-i şerîflerle müjdelenmiştir. Rabbimiz bu gecenin şânını şöyle beyan buyurur:

“Biz onu (Kur’ân’ı) Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi, bin aydan hayırlıdır. O gecede, Rablerinin izniyle melekler ve Rûh (Cebrâil), her iş için iner dururlar. O gece, esenlik doludur. Tâ fecrin doğuşuna kadar.” (el-Kadr, 1-5)

Kadir gecesi, Kur’ân indirilmekle nurlanmış, başta Cebrâil -aleyhisselâm- olmak üzere sayısız meleklerin akın akın yeryüzüne nüzûlüyle feyizlenmiş bir gecedir. Mü’min gönüllere, görünmez rûhânîler tarafından selâmlar verilen, Rabbine duâ ve tevbe ile yönelenlere selâmet ve mağfiret saçılan, feyz ve bereket dolu, bin aydan hayırlı bir ilâhî lutuf gecesidir.

Kadir gecesinin, bu müstesnâ fazîleti sebebiyledir ki, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, o geceyi Ramazan geceleri içinde bizzat aramış ve aranılması husûsunda da ümmetine emir buyurmuştur.

Seksen üç seneden daha hayırlı olan Kadir gecesinin vaktinin kesin olarak bildirilmeyişinin de ayrı bir hikmeti vardır. Hadîs-i şerîflerin beyânına göre Kadir gecesi, Ramazan’ın son onundaki tek gecelerde ve bilhassa yirmi yedinci gecesinde aranmalıdır. Fakat bu hüküm, o gecenin kat’î olarak bu günler içinde bulunduğu mânâsına da gelmemektedir.

İmâm-ı Âzam ve Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri, Kadir gecesinin sene içinde deverân ettiğini ve mutlak sûrette Ramazan’a mahsus olmadığını beyân etmişlerdir. Bu hususta İmâm Şârânî Hazretleri’nin şu ifâdeleri pek mühimdir:

“Kanaatime göre Kadir gecesi her sene devreder (zamanı değişir). Çünkü ben, onu Şâban’da, Rebî ayında ve Ramazan’da, (muhtelif zamanlarda) gördüm. Fakat en fazla gördüğüm, Ramazan ayı ve bunun son günleridir.”1

Bu hikmete binâendir ki Hak dostları senenin her vaktini mânen büyük bir teyakkuz içinde geçirmenin ehemmiyetine işâret etmişlerdir. Kadir gecesi, muhakkak olarak sene içinde gizli olduğundan İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-:

“Kim, bütün seneyi ihyâ ederse Kadir gecesine erer.” buyurmuştur.

Nitekim bu hakîkati beyân etmek üzere de; “Her gördüğünü Hızır, her geceni Kadir bil.” ifâdesi, sâlih mü’minler için bir hayat düstûru olagelmiştir.

Bayram

Bayram gün ve geceleri de ince ruhların kavrayabileceği derin ve duygulu gönüllerin sezebileceği nûrânî tecellîlerle doludur. Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Ramazan ve Kurban bayramı gecelerini, sevâbını Allah’tan umarak ibâdetle ihyâ edenlerin kalbi, -bütün kalblerin öldüğü günde- ölmeyecektir.” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 68)

Ramazan, bir takvâ mektebi; bayram ise onun rûhânî bir şehâdetnâmesidir. Bayram, mü’minlerin takvâ imtihânından muvaffakıyetle ilâhî huzura çıktıkları o mes’ûd vuslat gününden bir tecellîyi daha bu dünyâdayken yaşatan mübârek bir gündür.

Gerçek bayram, Hakk’ın bizden râzı olmasıdır. Bunun içindir ki, bilhassa bu sevinç günlerinde yetim, kimsesiz, fakir ve muhtaçları sevindirelim ki, ilâhî rahmet ve merhamet tecellîlerinden nasîb alabilelim. Zîrâ:

“Sizler yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” buyrulmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 58)

Unutmayalım ki bayramlar, aslâ tâtil ve eğlence gibi ferdî mutluluk günleri değildir. Bilakis sıla-ı rahimde bulunmak, geçmişlerimizi hayırlarla yâd edip ruhlarını şâd etmek, îman kardeşliğini cemiyet planında yaşatmak gibi nice mükellefiyetlerimizin edâsına vesîle olan, bütün toplumu kucaklayıcı ibâdet günleridir.

Velhâsıl Ramazan; rûhânî bir hayat terbiyesidir. Müslümanlık, sadece Ramazan’a mahsus ve muayyen günlere âit bir merâsim değil, ömürlük bir takvâ hayatıdır.

İmâm Şârânî Hazretleri der ki:

“Ramazân’ın diğer aylarda bulunmayan bir hürmeti vardır. Hak Teâlâ’nın Ramazân’ı kamerî aylar içinde bulundurması da, Ramazan’daki şeref ve bereketi senenin bütün aylarına yaymak içindir.”2

Bu itibarla, nasıl ki Rabbimiz, senenin bütün vakitlerini Ramazan ayıyla şereflendirmiş ise, bizim de bütün ömrümüzü Ramazan’ın feyz ve bereketini umarak ve o aydaki zarâfet, nezâket ve hassâsiyet içinde idrâk ve ihyâ etmemiz îcâb eder. Bunun için de Ramazan terbiyesi altında geçirdiğimiz mânevî hâtıraları hiçbir zaman unutmamamız gerekir. Zîrâ ömürler görünüşte ne kadar uzun olursa olsun, ebedî âhiret hayatının yanında bir aylık Ramazan mevsiminden de kısadır.

Rabbimiz bu bereketli mevsim ve bu mübârek vakitler hürmetine, yapacağımız ibâdet ve amel-i sâlihleri kabul buyursun. İdrâk ettiğimiz Ramazan ayını, ihlâslı niyetlerle ve takvâ ölçüleriyle gelecek senenin Ramazan’ına bağlayabilmemizi ve hayatımızı dâimî bir Ramazan rûhâniyeti içinde yaşayabilmemizi nasîb eylesin. Yine Ramazân-ı Şerîf’i; vatanımız, milletimiz ve bütün İslâm dünyâsı için huzur ve saâdet vesîlesi kılsın!

Âmîn…


Dipnotlar: 1) Abdülvehhâb eş-Şârânî, Kibrît-i Ahmer, sf. 98. İzmir İlahiyat Vakfı Yay. 2006. 2) Abdülvehhâb eş-Şârânî, Kibrît-i Ahmer, sf. 110.

Dört rekatlı farzların ilk rekatında kıraeti terkeden bir kimse, namazını nasıl tamamlar?

Dört rekatlı farzların ilk rekatında kıraeti terkeden bir kimse, namazını nasıl tamamlar?
Cevap: Son iki rekatta kıraeti ifa eder ve namaz sonunda sehiv secdesi yapar Çünkü bu kerahetin mahalli ilk iki rekattır Burada ifası vacib olan kıraetin geciktirilmiş olmasından dolayı sehiv secdesi gerekmektedir.

Nafile bir namazın ikinci rekatında sehven oturulmazsa nasıl hareket etmek lazım gelir?

Nafile bir namazın ikinci rekatında sehven oturulmazsa nasıl hareket etmek lazım gelir?
Cevap: Üçüncü rekata kalkıldığı zaman hatırlarsa, secdeye varmış olmadıkça oturması vacibtir Tehiyyatı okuyarak namaza devam eder Selamdan sonra, kade-i ahireyi geciktirmiş olduğu için sehiv secdesini yapar Nafilelerin 2 rekatı ka'de-i ahiredir.

İman nedir?

Sual: İman nedir?
CEVAP
İman, bildirilen altı esasa inanmak ve Allahü teâlâ tarafından bildirilen, Muhammed aleyhisselamın Allahü teâlâ tarafından getirdiği emir ve yasakların hepsine inanmak ve inandığını dil ile söylemek demektir.

Amentü şöyledir:
Âmentü billahi ve melaiketihi ve kütübihi ve rüsülihi vel yevmil ahiri ve bilkaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teâlâ vel ba'sü ba'del mevti hakkun. Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resülühü.
[Yani, Allah’a, meleklerine, gönderdiği kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna, öldükten sonra dirilmeye inanıyorum. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed aleyhisselamın da Allah’ın kulu ve son Peygamberi olduğuna şehadet ediyorum.]

İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği dini, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan tasdik etmek yani kabul edip, beğenip, inanmaktır. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. Tam olmayınca, iman olmaz. Allahü teâlâ, (Onlar gayba [görmedikleri halde Resulümün bildirdiği her şeye] iman ederler) buyuruyor. (Bekara 3) Resulü de, (Dini [hükümleri, dinde bildirilenleri] aklı ile ölçenden daha zararlısı yoktur) buyurdu. (Taberani)

Nazara yani göz değmesine inanmayan bir kimse, (Bugün fen, gözle görülemeyen şuaların iş yaptığını açıklıyor. Mesela bir kumanda ile TV’yi, radyoyu veya arabamızı açıp kapatabiliyoruz. Bunun için gözlerden çıkan şuanın zarar verebileceğine artık inanıyorum) dese bunun kıymeti olmaz. Çünkü bu insan dine değil, kumandadan çıkan şuaya inanıyor. Yahut şua ile birlikte Peygambere inanıyor. Yani fen kabul ettiği için, şuaların etkisini gözü ile gördüğü için inanıyor ki bu iman olmaz. Dinde bildirilen her şeyi, fen ispat edemese de, fayda veya zararını gözü ile görmese de, yine inanmak lazımdır. Hakiki iman gayba inanmaktır yani görmeden inanmaktır. Gördükten sonra artık o iman olmaz. Gördüğünü itiraf etmek olur. Bekara suresinin 3. âyetinde, gayba inanmak, görmeden inanmak övülüyor. İmanın altı şartı da gayba inanmayı gerektirmektedir. Çünkü hiç birisini görmüş değiliz.

Peygamber efendimiz, aşağıda bildirilen iman ile ilgili âyetleri açıklayarak imanı şöyle tarif etti:
(İman; Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, [yani Kıyamete, Cennete, Cehenneme, hesaba, mizana], kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna, ölüme, öldükten sonra dirilmeye, inanmaktır. Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim Onun kulu ve resulü olduğuma şehadet etmektir.) [Buhari, Müslim, Nesai]

Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Asıl iyilik; Allah’a, ahirete, meleklere, kitaplara, nebilere inanmaktır.) [Bekara 177]

(Onlar gayba [Allah'a, meleklere, kıyamete, cennete, cehenneme görmedikleri halde] inanırlar.) [Bekara 3]

(Onlar, sana indirilene, senden önceki kitaplara ve ahirete iman ederler.) [Bekara 4]

Bu üç âyette, Allah’a, ahirete, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve gayba inanmak bildiriliyor.

(Allah, onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir.) [Bekara 255]

(Ölümü Allah’ın iznine bağlı olmayan hiç kimse yoktur.) [Al-i İmran 145]

(Ölüm zamanını takdir eden ancak Allah’tır.) [Enam 2]

Bu üç âyet, takdirin Allah tarafından olduğunu bildirmekte, kadere iman etmeyi göstermektedir.

(Kendilerine bir iyilik dokununca, "Bu Allah’tan" derler; başlarına bir kötülük gelince de "Bu senin yüzünden" derler. “Küllün min indillah” [Hepsi Allah’tandır] de, bunlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar.) [Nisa 78]
Bu âyet, hayır ve şerrin Allah’tan olduğunu bildirmektedir.

(Muhammed [aleyhisselam], Allah’ın Resulü ve nebilerin sonuncusudur.) [Ahzab 40]
Bu âyet de, Resulullahın peygamber olduğunu bildirmektedir.

Amentü’nün manası

Allah’a inanmak:
Allahü teâlânın varlığına, birliğine, Ondan başka ilah olmadığına, her şeyi yoktan yarattığına, Ondan başka yaratıcı olmadığına kalben inanmak, kabul etmek demektir. Âlemlere rahmet olarak gönderdiği son Peygamberi Muhammed aleyhisselam vasıtasıyla bildirdiği dinin hepsini kabul etmek, beğenmek demektir. Bir âyet-i kerime meali:
(Allah’a ve ümmi nebi olan Resulüne iman edin!) [Araf 158]

Meleklere inanmak:
Melekler nurani cisimlerdir. Hiçbirinde erkeklik dişilik yoktur. Hepsinin günahsız, emin olduğunu kabul etmek, tasdik etmek, yaptıkları işleri beğenmek şarttır. Bir âyet-i kerime meali:
(Asıl iyilik; Allah’a, ahirete, meleklere, kitaplara, nebilere inanmaktır.) [Bekara 177]

Kitaplara inanmak:
Zebur, Tevrat, İncil, Kur’an ve diğer kitapların Allahü teâlâ tarafından gönderildiğine, hepsinin hak olduğuna inanmak lazımdır. Ancak, Kur’an-ı kerimden önceki kitapların insanlar tarafından değiştirildiğini, Allah kelamı olmaktan çıktıklarını bilmek, bunu kabul ve tasdik etmek demektir. Önceki kitapların hiç birisi değişmemiş bile olsa, Allahü teâlâ tarafından nesh edildiğine yani yürürlükten kaldırıldığına iman etmek gerekir. Bir âyet-i kerime meali:
(Onlar, sana indirilene [Kur’an-ı kerime], senden önceki indirilen kitaplara iman ederler.) [Bekara 4]

Peygamberlere inanmak:
Peygamberlerin hepsinin Allahü teâlâ tarafından seçilmiş olup, sadık, doğru sözlü, günahtan masum olduklarını kabul ile tasdik etmek demektir. Onlardan birini bile kabul etmeyen, beğenmeyen kimse, kâfir olur. Peygamberlerin ilkinin Âdem aleyhisselam ve sonuncusunun, Muhammed aleyhisselam olduğuna iman etmek, kabul ve tasdik etmek demektir. Peygamber efendimizin bildirdiği dini hükümlerin hepsini, en güzel şekilde ve eksiksiz tebliğ ettiğine inanmak, bu emir ve yasakların hepsini kabul edip, hepsini beğenmek demektir. Bir âyet-i kerime meali:
(Bütün Peygamberlere iman edip, hiçbirini diğerinden ayırmayanlar Allah’ın mükafatına kavuşacaktır.) [Nisa 152]

Kaza ve kadere inanmak:
Allahü teâlânın insanlara cüzi irade verdiğini, insanların bu cüzi iradeye göre tercih ettikleri ve yaptıkları her şeyi Allahü teâlânın yarattığına iman etmek demektir. Hayır ve şer, her şeyi kulların talep ettiklerini, Allah’ın da bunu dilediği takdirde yarattığını bilmek, bunu kabul ile tasdik etmek ve beğenmek demektir. Bir âyet-i kerime meali:
(Allah’ın emri mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir.) [Ahzab 38]

Ahirete inanmak:
İnsanların kıyamet kopunca, dirileceklerine, hesap ve mizandan sonra, Müslümanların Cennete, kâfirlerin Cehenneme gideceklerine ve orada ebedi kalacaklarına iman etmek, bunu kabul etmek ve beğenmek demektir. Bir âyet-i kerime meali:
(Onlar [Müslümanlar], ahiret gününe iman ederler.) [Bekara 4]

Kelime-i şehadete inanmak şöyle olmalı:
Ben şehadet ederim ki, yani görmüş gibi bilirim ve bildiririm ki, Allah’tan başka ilah yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed aleyhisselam Onun kulu, resulü ve son Peygamberidir. İki âyet-i kerime meali:
(Muhammed [aleyhisselam], Allah’ın Resulü ve nebilerin sonuncusudur.) [Ahzab 40]

(Allah’a ve resulüne inananlara, rableri katında nurları ve ecirleri vardır.) [Hadid 19]

İnanmak ne demek?
Sual: Müslüman olmak için Amentü’deki altı esasa inanmak şarttır, ama inanmak ne demektir?
CEVAP
İnanmak, görmüş gibi, kabul etmek, tasdik etmek, beğenmek demektir. Bir insanın Müslüman olabilmesi için, iman sahibi olması, yani dinimizin emir ve yasaklarına inanması şarttır. Yalnız inanması da kâfi değildir; bu emirleri beğenmesi ve sevmesi de şarttır. Bu da bir bilgi işidir. Yapıp yapmamak ayrı, bunları kabul etmek, beğenmek ve sevmek ayrı şeydir. Yapıp yapmamak günah ve sevapla ilgili, kabul etmek ve beğenmek imanla ilgilidir. İmanın altı esası bir bütün olup, çok önemlidir. Ufak bir şüphe götürmez. İnandığı halde, birini bile beğenmemek kâfirliktir.

İmanın tarifi nedir?
İmanı şöyle tarif ediyorsunuz:
"İman, Muhammed aleyhisselamın, peygamber olarak bildirdiği şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye danışmaksızın, tasdik ve itikat etmektir, inanmaktır. Akla uygun olduğu için tasdik ederse, aklı tasdik etmiş olur, resulü tasdik etmiş olmaz. Veya, resulü ve aklı birlikte tasdik etmiş olur ki, o zaman peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz. İman, Amentü’deki 6 esasa kesin olarak inanmaktır. Çünkü iyiler övülürken, (Onlar gayba inanır) buyuruluyor."
Bu tarif, Kur'ana zıttır, Bekara suresinin 62. âyetine aykırıdır. İman sadece Allah’a ve ahirete olması gerekir. Bu tarifin Muhammedi tavırla hiç bir alakası yoktur.
CEVAP
(Muhammedi) ifadesi uygun değildir. Bu, Peygamber efendimizin Allah’ın Resulü olduğuna inanmayan, Kur'anın Allah’ın kelamı değil, Muhammed aleyhisselamın sözü olduğunu savunan müsteşriklerin ve misyonerlerin ifadesidir. İman edilmesi gereken hususlar sadece Bekara 62 de mi bildiriliyor? Diğer âyetleri niye gizliyorsunuz? Güneş balçıkla sıvanmaz. İman sadece Allah’a ve ahirete değil, Amentü’deki altı esasa inanmaktır. Bekara suresinin 3. âyetinde, gayba inanmak, görmeden inanmak övülüyor. İmanın altı şartı da gayba inanmaktır. Çünkü hiç birisini görmüş değiliz.

Peygamberlerden sonra bütün insanların en üstünü olan Hazret-i Ebu Bekir bu üstünlüğe kavuşup nasıl Sıddık lakabını aldı biliyor musunuz? (Allah ne diyorsa doğrudur, Allah’ın resulü ne diyorsa doğrudur) demesi yüzünden bu dereceye yükselmiştir. Kâfirler, (Muhammed, Ebu Bekir’e galiba sihir yapmış, çünkü görmeden inanıyor, bir anda onun Miraca gidip geldiğini tasdik ediyor) diye hayrette kaldılar.

İslamiyet’i beğenmek
Sual: Bir kimse, Amentü’nün altı şartına inansa, fakat Allah’ın emir ve yasaklarından birini beğenmese, mesela (Cehennem lüzumsuzdur) veya (Şarabın haram edilmesi manasızdır) dese, bu kimse, imanın şartlarının hepsini kabul ettiği için imanlı sayılmaz mı?
CEVAP
Sayılmaz. Amentü’nün içinde Allah’a iman vardır. Allah’a iman, bütün sıfatlarıyla birlikte ona imandır, ayrıca emir ve yasaklarının yani İslamiyet'in doğru ve yerinde olduğuna da inanmak şarttır. Böyle inanmayan iman etmiş sayılmaz. Demek ki, Amentü’ye inanan kimsenin İslamiyet’i beğenmesi şarttır, çünkü İslamiyet, Allahü teâlânın emir ve yasaklarıdır. Emir ve yasakların birini bile beğenmemek küfür olur.

Bunun gibi hubb-i fillah, buğd-i fillah da imanın esaslarındandır. Allahü teâlâyı sevmek de, emir ve yasaklarının hepsinin yerinde ve güzel bulmakla olur. Allah’ı ve onun dostlarını sevmek, sevmediklerini sevmemek de lazımdır. Bir hadis-i şerif meali:
(Allah için seven, Allah için buğzeden, Allah için veren, Allah için yasaklayan, gerçek iman sahibidir.) [Ebu Davud]

İman herkese lazım
Sual: İman etmek akıl icabı değil midir?
CEVAP
İmanı olmayan kimsenin sonsuz olarak Cehennem ateşinde yanacağını Peygamber efendimiz haber verdi. Bu haber elbette doğrudur. Buna inanmak, Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna inanmak gibi lazımdır. Sonsuz olarak ateşte yanmak ne demektir? Herhangi bir insan, sonsuz olarak ateşte yanmak felaketini düşünürse, korkudan aklını kaçırması lazım gelir. Bu korkunç felaketten kurtulmak çaresini arar. Bunun çaresi ise, çok kolaydır. (Allahü teâlânın var ve bir olduğuna ve Muhammed aleyhisselamın Onun son Peygamberi olduğuna ve Onun haber verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğuna inanmak ve beğenmek) insanı bu sonsuz felaketten kurtarmaktadır.

Bir kimse ben bu sonsuz yanmaya inanmıyorum, bunun için böyle bir felaketten korkmuyorum, bu felaketten kurtulmak çaresini aramıyorum derse, buna, (İnanmamak için elinde senedin, vesikan var mı? Hangi ilim, hangi fen inanmana engel oluyor?) denirse ne cevap verecektir? Elbette hiçbir vesika gösteremiyecektir. Senedi, vesikası olmayan söze ilim, fen denir mi? Buna zan ve ihtimal denir. Milyonda, milyarda bir ihtimali olsa da, (sonsuz olarak ateşte yanmak) korkunç felaketinden sakınmak lazım olmaz mı? Az bir aklı olan kimse bile, böyle felaketten sakınmaz mı? Sonsuz ateşte yanmak ihtimalinden kurtulmak çaresini aramaz mı? Görülüyor ki, her akıl sahibinin iman etmesi lazımdır.

İman etmek için vergi vermek, mal ödemek, yük taşımak, zevkli tatlı şeylerden kaçınmak gibi sıkıntılara katlanmak lazım değildir. Yalnız kalb ile, ihlas ile, samimi olarak inanmak yeterlidir. Bu inancını inanmayanlara bildirmek de şart değildir. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki, (Sonsuz ateşte yanmaya inanmayanın, buna çok az da bir ihtimal vermesi, zannetmesi akıl icabıdır). Sonsuz olarak ateşte yanmak ihtimali karşısında, bunun yegane ve kesin çaresi olan iman nimetinden kaçınmak, ahmaklık, hem de çok büyük şaşkınlık olmaz mı?

İmandan mahrum olan
Sual: (İman edenin, neyi yok; imandan mahrum olanın neyi var ki?) sözü, ne demektir?
CEVAP
Hüküm, neticeye göre verilir. Ebedi kâr ve zarara bakılır. Ebedi nimetlere kavuşmanın veya ebedi azaplara düşmenin sebebi, insanda bir hazinenin varlığına veya yokluğuna bağlıdır. Bu hazine imandır, Müslüman olmaktır. Bu hazineye malik olanın her şeyi var demektir. Bu hazineden mahrum kalanın da, hiçbir şeyi yok demektir. Mesela dünyanın en fakir insanı salih bir Müslüman olsun. Bu çok fakir Müslümana, (Dünyanın bütün servetini, her şeyin tapusunu sana vereceğiz, dünyanın lideri de, sen olacaksın, ama; imanını bırak) deseler. O, çok fakir Müslüman, bunu asla kabul etmez. Demek ki, iman sahibi, dünyadaki bütün servetin satın alamayacağı bir hazineye ve erişilemeyecek bir makama sahiptir.

Netice olarak, Allahü teâlâya iman eden kimse, o haliyle de ölürse, ebedi Cennetliktir. Başka hiç bir şeyi olmasa da, ne önemi var? İmandan mahrum olanın akıbeti ise, ebedi Cehennemdir. Bütün dünya onun olsa da, neye faydası olur? Onun için bir iş yaparken, bu işten Allahü teâlâ razı mı, değil mi ona bakmak gerekir. O, razı ise başka hiç kimse razı olmasa da, önemi yoktur. O razı değilse, herkes razı olsa da, beğense de, hiç kıymeti olmaz. O halde her işte ölçümüz, Allahü teâlânın rızası olmalıdır.

Dil ile ikrar
Sual: Bir ingiliz arkadaşım var. Müslüman olmuş, namaz kılıyormuş ama, hiç kimseye söylememiş. İngilizler Müslüman olduğunu duyarsa, iyi gözle bakmayacaklarını söylüyor. Kitaplarda okumuş, kalb ile tasdik, dil ile ikrar etmek gerekiyor, şimdi benim kaç kişinin yanında Müslümanlığımı ikrar etmem gerekir diyor. İkrar etmeden veya edemeden ölsem Müslüman sayılmaz mıyım diyor.
CEVAP
Evet iman etmek için kalb ile tasdik dil ile de ikrar gerekir. Ancak, onun dil ile başkalarına ikrar etmesi gerekmez. İslam ülkesinde ikrar etmesi gerekir ki, Müslüman olarak bilinsin ve Müslümanlara yapılan muamele ona yapılsın ve Müslüman mezarlığına defnedilsin.

İnanmak ve beğenmek
Sual: Cennete, Cehenneme ve Allah’a inanan herkes mümindir ve Cennete gider deniyor. Böyle bir şey var mıdır?
CEVAP
Çok yanlış bu! Şeytan da Allah’a inanıyor, o da Cennete Cehenneme inanıyor. Hatta imanın diğer şartlarına da inanıyor. Meleklere inanıyor, Peygamberlere inanıyor, gönderilen kitaplara inanıyor. Öldükten sonra dirilmeye inanıyor. Hesaba, kitaba inanıyor yani bunları biliyor. Demek ki Amentü’ye sadece inanmakla, bunları bilmekle iman olmuyor. Amentü’de bildirilen altı esasa inanmakla birlikte, Allahü teâlâ tarafından bildirilen emir ve yasakların tamamını kabul etmek ve hepsini beğenmek de şarttır. Birini bile beğenmeyen müslüman olamaz. Bir de, Hubb-i fillah, buğd-i fillah ile gayba iman var. Yani Allah dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilmek ve gayba inanmak gerekir. Tersi, yani Allah dostlarını düşman, düşmanlarını da dost bilen ve gayba inanmayan kimse mümin olamaz.

Demek ki Amentü’ye şeytan da inanıyor, hepsini teker teker biliyor. Ancak şeytan, inandığı, teker teker bildiği bu şeyleri kabul etmiyor, beğenmiyor ve Allah dostlarını düşman, düşmanlarını da dost biliyor. Şeytan gibi bilen ve inanan kimse mümin olmaz.

En faziletli iman
Sual: En faziletli iman nedir?
CEVAP
İmanın altı şartına inanıp, hubb-i fillah ve buğd-i fillah ile gayba inandıktan sonra, hep Allahü teâlâyı hatırlamak, her işini dine uygun olarak, Allah için yapmaktır. Bir hadis-i şerif meali:
(En faziletli iman, nerede olursan ol, Allahü teâlânın seninle beraber olduğunu bilmendir.) [Taberani]

İman mahlûk mudur?
Sual: İman mahlûk mudur, yani sonradan mı yaratılmıştır?
CEVAP
İslam âlimleri buyuruyor ki: İman, Allahü teâlânın hidayeti olması bakımından mahlûk değildir; fakat kulun tasdik ve ikrar etmesi bakımından mahlûktur. İş sahibi, işi yaratan değil, bu işi yapandır. İnsan, mahlûk olduğu gibi, insanın küfrü de, imanı da mahlûktur. (Milel ve Nihal)

Hz. Hamza r.a Hayatı Künyesi Ve Lakabı Nedir? Hakkında Bilgi


HAMZA İBN ABDULMUTTALİB (r.a) (Hz. HAMZA)
Hz. Peygamber’in amcası, Şehidlerin efendisi.
Künyesi; Ebn Ya’la veya Ebû Ammâre; Lakabı; Esedullah (Allah’ın Aslanı)dır. Babası Abdulmuttalib, annesi Hâle’dir.
Hz. Hamza, Peygamberimizin amcalarının en küçüğüdür. Doğumdan bir kaç gün sonra, Peygamberimizi emziren Ebû Lebeb’in câriyesi Süveybe daha önceleri Hz. Hamza’yı da emzirmiş olduğundan, Hamza Peygamberimizin süt kardeşi idi.
Hz. Hamza, orta boylu, güçlü kuvvetli, heybetli, onurlu bir sahabîdir. Hz. Hamza (r.a) iyi bir avcı, keskin nişancı, Kureyş’in en şereflilerindendir. Mazlumlara yardım etmeyi seven cesur bir savaşçıydı. Av dönüşü evine gitmeden Ka’be’yi tavaf edecek kadar kutsal kabul ettiği değerlere saygılı, karşılaştığı şahıslara selâm verip sohbet etmesini seven mürüvvetli bir insandı. Onun gençlik dönemine ait bilgilerimiz yok denecek kadar azdır (İbnu’l-Esîr, İsdit’l-Gâbe, II, 52).
Peygamberimiz yakınlarına İslâm’ı tebliğ etmiş olmasına rağmen, Hz. Hamza henüz müslüman olmamıştı. Ebû Cehil’in Peygamberimize yaptığı bir hakaret sonucunda müslüman olmuştur. Peygamberimiz bir gün Safâ tepesinde iken Ebû Cehil ve arkadaşları onun yanına gelirler. Ebû Cehil Peygamberimize hakaret eder. Abdullah b. Cüdâ’nın câriyesi bu olayı seyredin av dönüşü Kabe’ye uğramayı âdet edinen Hz. Hamza’ya anlatır. Hz. Hamza, eve gitmeden Ebû Cehil’in yanına uğrayarak elindeki yayı Ebû Cehil’in kafasına çalar, başını yaralar ve hakaret eder. Bir gün sonra da Allah Rasûlünün yanına giderek (Bi’set’ten iki yol sonra) müslüman olur.
Hz. Hamza’nın müslüman olması Peygamberimizi çok sevindirmiştir. Onun İslâm’a girmesiyle müslümanlar güçlendi. Müşrikler rahatsız oldular.
Mekke müşrikleri, hicretten sonra da rahat durmadılar. Peygamberimizin ve müslümanların Medine’den çıkarılması için Abdullah b. Übeyy, Hazreç ve Evs kabilesi müşrikleriyle ilişki kurdular. Müslümanların hac yollarını da kapadılar.
Müşriklerin gözlerini korkutmak, Şam ticaret yollarını keserek onları sıkıntıya düşürmek gerekiyordu. Peygamberimiz bu amaçla Hz. Hamza’yı Sifu’l-Bahr’a gönderdi. Otuz kişilik bir kuvvetle Hz. Hamza belirtilen yere vardı. Müşriklerin kervam Sifu’l-Bahra gelmişti. Kervanda Ebû Cehil de bulunuyordu. Üçyüz kişilik bir kuvvetleri vardı.
Hz. Hamza, müşriklerle çarpışmak istiyordu. Yanında bulunan müslümanlar da aynı duyguyu yaşıyorlardı.
Henüz müşrik olan Mecdi b. Amr b. Cühenî bu iki grubun arasına girdi. Hem müslümanlarla hem de müşriklerle görüştü. Sonunda iki tarafı çarpışmaktan vazgeçirdi.
Bundan Sonra Hz. Hamza’yı Bedir savaşında görüyoruz. Bedir savaşında Utbe, Vefid, Şeybe meydana çıktılar. Çarpışmak için er dilediler. Hz. Hamza, Şeybe ile çarpıştı. Bir hamlede Şeybe’yi öldürdü. Daha sonra Utbe’yi ve Tuayma b. Adiyy’i öldürdü.
Hz. Hamza, Bedir savaşında kahramanca savaştı. Allah ve Rasûlünün hoşnutluğunu kazandı.
Bedir savaşında Hz. Hamza (r.a)’nın etkinliği ileri boyutlara ulaştı ve müşriklere karşı amansız bir savaş verdi. Hârisû’t-Temîmî, HzHamza’nın Bedir’deki durumunu anlatan bir rivayetinde şöyle diyor: “Hamza b. Apdülmuttalib(r.a)’in, Bedir savaşında üzerinde, deve kuşu olan kim” diye sordu. “Hamza b. Abdulmuttalib” diye cevap verildi. O müşrik: “Ne yaptıysa O bize yaptı” diye mırıldandı” (M. Yusuf Kandehlevi, Hadislerle müslümanlık, ll, 553).
Hz. Hamza, Bedir Savaşını mütekaib Kaynukoğulları gazvesine katıldı.
Peygamber Medine’ye geldiğinde Yahudilerle anlaşma yapmıştı. Yahudiler, Bedir savaşını müslümanların kazanmasını hazmedemediler.
“Siz savaşın ne demek olduğunu bilmeyen adamlarla çarpıştınız” dediler. Savaş için fırsat kollamaya başladılar.
Kaynuka gazvesi’nin genel sebebi bir kadına karşı yapılan terbiyesizliktir. Kadıncağız bazı eşyalarını Kaynuka pazarında sattıktan sonra bir kuyumcuya giriyor. Kuyumcu yahudi kadının eteğinin alt kısmını üst kısmına bir dikenle iğneliyor. Kadıncağız ayağa kalktığında üzeri açılıyor. Utanıyor, sıkılıyor, feryat ediyor, çevresinden yardım istiyor. Kadının yardımına koşan müslümanlar Yahudiyi öldürüyor. Yahudiler de müslümanın başına üşüşüyorlar ve onu şehid ediyorlar.
Öldürülen müslümanın akrabaları Peygamberimizden yardım istiyorlar. Bunun üzerine-Peygamberimiz Yahudilerden antlaşmanın yenilenmesini istedi. Yahudiler Peygamberimizin bu isteğini reddettiler.
Bu olay üzerine Peygamberimiz beyaz sancağım Hz. Hamza’nın eline verip Kaynukaoğullarının üzerine gönderdi. Kaynukaoğulları Yahudileri bekledikleri yardıma kavuşamayınca teslim olmak zorunda kaldılar.
Bedir savaşı’nın acısını unutmayan Kureyşliler yeniden savaş için hazırlığa başladılar. Bir yıl önceki kervanın gelirini savaş için harcamaya karar verdiler. Savaş için değişik müşrik kabilelerden yardım isteyerek büyük bir kuvvet oluşturdular.
Bu kez de Kureyş’in kadınları da katılacaktı. Bedir Savaşı’nın bozgunla bitmesi sebebiyle müşrik kadınlar erkeklerini suçluyorlardı. Bedir’in matemini tutarak erkekleri savaşa teşvik ediyorlardı.
Cübeyr b. Mut’i'nin Vahşi adında Habeşli bir kölesi vardı. Bu köle harbe (Habeşlilere özgü bir mızrak) atmakta oldukça maharetli idi. Hz. Hamza, Cübeyr b. Mut’im’in amcası Tuayma b. Adiyy’i Bedir savaşında öldürmüştü. Cübeyr, amcasının acısını unutmamıştı. Kölesi Vahşi ile konuştu. Hz. Hamza’yı öldürmesi şartıyla kendisini serbest bırakacağını bildirdi.
Peygamberimiz, Medine’nin içinde kalmayı, savunma savaşı yapmayı düşünüyordu. Bedir Savaşı’na katılmayanlar düşmanla yüz yüze gelmek, Medine dışında savaşmak istiyorlardı. Peygamberimiz Ashabın bu tavrı karşısında Medine dışında savaşılmasına karar verdi.
Hz. Hamza’da Medine dışında savaşılmasına taraftardı. Hattâ Peygamberimize “sana, kitabı indirmiş olan Allah’a yemine eder, and içerim ki, bu kılıcıma Medine dışında Kureyş müşrikleriyle çarpışmadıkça yemek yemeyeceğim” demişti.
Hz. Hamza Cuma günü oruçlu idi. Cumartesi müşriklerle karşılaştığı zaman da oruçlu bulunuyordu.
Peygamberimiz, sabahleyin “Rüyada, meleklerin, Hamza’yı yıkadıklarını gördüm” diye buyurdu. Uhut bölgesine varıldı, orduya savaş düzeni verildi. Kureyş’in birinci bayraktarı Talha b. Ebî Talha, Hz. Ali tarafından, ikinci bayraktarı Osman b: Ebî Talha da Hz. Hamza tarafından öldürüldü. Sancaktarların ölmesi Kureyş’i şaşkına çevirdi. Sarsıldılar, sendelediler. Halid b. Velid’in saldırıları da sonuç vermedi: Müşrikler, kaçışmaya başladılar. Hz. Hamza Uhud günü “ben Allah’ın Arslanıyım” diyerek kıhç salladı. Sâfvân, Hz. Hamza’yı savaşırken görüyor, “Ben, bugüne kadar kavmini öldürmeye onun kadar hırslı bir kimse daha görmedim” buyuruyor. Uhud savaşında müşriklerin çoğunu Hz. Hamza öldürmüştür.
Kureyşliler bozguna uğrayıp kaçmaya başlayınca Peygamberimiz tarafından görevlendirilen okçular yerlerini bırakmaya başladılar. Birbirlerine “ne duruyorsunuz? Allah, düşmanı bozguna uğrattı. Siz de, müşriklerin ordugahına giriniz. Kardeşlerinizle birlikte ganimet toplayınız” dediler. Diğer bir kısmı bu teklife itiraz ettiler. “Siz Rasûlullah’ın: Bizi arkamızdan koruyunuz! Sakın yerinizden ayrılmayınız! Bizim öldürüldüğümüzü görürseniz de yardımımıza koşmayınız! Ganimet topladığımızı görürseniz de, bize katılmayınız! Bizi arkamızdan koruyunuz” buyurduğunu bilmiyor musunuz?” dediler.
Okçular, komutanları Abdullah b. Cübeyr’i dinlemediler; “ganimetten nasibimizi alacağız” diyerek yerlerini terkettiler. Abdullah b. Cübeyr’in yanında çok az bir kuvvetin kaldığını gören Halid b. Velid bu fırsatı değerlendirmek istedi. Kuvvetlerini bir araya topladı, okçuların üzerine yürüdü. Abdullah b. Cübeyr, kendilerine doğru bir kuvvetin geldiğini görünce arkadaşlarına dağılmamalarını söyledi. Müslüman okçular, üzerlerine gelen Kureyş müşriklerini ok yağmuruna tuttular. Okları bitinceye kadar kahramanca savaştılar. Abdullah b. Cübeyr, okları bitince mızrağı ile savaştı. daha sonra kılıcını kınından sıyırdı. Şehid düşünceye kadar çarpıştı. Diğerleri de aynı şekilde savaştılar. Kureyş’in süvarileri insanlığa yakışmayan bir davranışla Abdullah b. Cübeyr’in karnını deştiler, barsaklarını döktüler.
Okçuların yerlerini bırakması, kalan kısmının şehid edilmesiyle müslümanlar gâfil avlandılar. Hem arkadan, hem önden kuşatıldılar. Müslümanlar şaşkınlıkla birbirlerine kılıç sallamaya başladılar.
Hâris b. Amr kızı ile Utbe’nin kızı Hind de Hz. Hamza’yı öldürmesi için Vahşi’yi. teşvik ediyorlardı. Vahşi, açık dövüşmekten korkuyor, gizli dövüşmeyi tercih ediyordu.
Vahşi, Uhud Savaşındaki durumu şöyle açıklıyor: “Halk arasında Ali’yi aradım. Çok uyanık, girişken, çevik, çekingen ve etrafına çok bakınan bir adamdı. Kendi kendime:”benim aradığım adam bu değildir” dedim. O sırada Hamza’yı gördüm. Halkı kasıp kavuruyor, kesip biçiyordu. Fırsat kollamak için kayanın arkasına gizlendim. Bir ara Şiba’b. Ümmü Emmâr “var mı benle çarpışacak bir yiğit’ diyerek meydan okuyordu. Hamza ona: “Allah ve Rasûlüne sen misin meydan okuyan’ dedi. Göz açtırmadan, bacaklarından vurdu yere serdi. Sel suları arkalarına eriştiği sırada ayağı kayıp düşünce mızrağımı fırlatıp attım; böğründen vurdum.”
Hz. Hamza’yı Şehid eden Vahşi daha sonra bir kenara çekilir. Hind üzerindeki takılarını çıkarır Vahşi’ye verir. Hz. Hamza’nın yanına gelen Hind, onun burnunu, kulaklarını keser, cesedine işkence yapar, hatta ciğerini bile çiğneyerek parçalar.
Vahşi müslüman oluşunu anlatırken: “Mekke’nin fethinden sonra Mekke’ye gelerek Rasûl-i Ekremi gördüm. Bana dedi ki: “Sen Vahşi misin?” Ben cevap verdim: “Evet” Hamza’yı sen mi öldürdün? buyurdular. “Öyle oldu” dedim. Bunun üzerine Allah Rasûlü buyururdular ki: “bana yüzünü göstermemen mümkün mü? Ben de çıkıp gittim. Rasûlullah’ın vefatından sonra yalancı peygamber Müseyleme ortaya çıktı. Belki bu herifi öldürürüm de günahımı öderim, diye düşündüm. Müslûmanlarla birlikte Yemâme’ye gittim ve bildiğiniz gibi Mûseyleme’yi öldürdüm (Sahihi Buharî, V, 36, 37).
Allah Rasûlünün Hz. Hamza’ya derin bir sevgisi vardı. Bu sevgiden dolayı elinde olmayarak “Vahşi”ye karşı olumsuz bir tutum içinde olmaktan da çekiniyordu. Bu sebeple de Vahşi’yi görmek istememişti.
Peygamberimiz, Hz. Hamza’nın şehit olduğunu öğrenince onun başı ucuna gelir ve dua eder. Hz. Hamza, kız kardeşi Safiyye’nin getirdiği bir hırka ile kefenlendi. Peygamberimiz, amcası Hamzâ’nın cenaze namazını kıldırdı. Hz. Hamza, Uhud’a defnedildi.
Hz. Peygamber’den iki veya dört yaş büyük olan Hamza, öldürüldüğünde elli yedi yaşında idi. Hz. Peygamber (s.a.s) öldürülen her şehid ile beraber Hamza’nın namazını tekrarlamış; o gün yetmiş iki defa onun cenaze namazını kıldırmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s)’in ilk cenaze namazı kıldığı şehidin de Hz. Hamza olduğu söylenmiştir. Hz. Hamza’nın eşi, çocukları Medine’de olmadığı için şehâdetine ağlanmamış bunu gören Hz. Peygamber “Hamza’nın niye ağlayanları yok” buyurmuştur. Bunu duyan Ensâr önce Hamza için sonra kendi şehidleri için ağlamaya başlıyorlar. Tarihçi Vâkıdî (V. 207/223) benim zamanıma kadar bu adet devam etmekteydi diye naklediyor (İbnü’l-Esir, Usdü’l-Gâbe, II, 51, 55).
Hz. Hamza, bir gün Peygamber Efendimize gelerek Cebraîl (a.s)’ı asli yapısıyla görmek istediğini bildirdi. Peygamberimiz, Hz. Hamza’ya “O’nu görmeye dayanabilir misin?” diye sordu. Hz. Hamza, “Evet, dayanabilirim” diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz “otur, öyleyse” buyurdular. Cebrail (a.s.) müşriklerin Kâbe’yi tavaf edecekleri zaman elbiselerini üzerine koymakta oldukları kütüğe indi. Peygamberimiz Hz. Hamza’ya “Kaldır gözünü, bak” dedi. Hz. Hamza’ya bakıp, Cebrail’in zebercede yeşil cevhere benzeyen ayaklarını görünce bayıldı. Arkasının üzerine düştü. Bu olayı İbn Sa’d Tabakat’ında anlatmaktadır.
Hz. Hamza Peygamber (s.a.s)’den şu hadisi rivâyet etmiştir: “Şu duayı hiç bırakmayın; “Allahümme inni es’eluke bismike’l-a’zam ve rıdvânıke’lekber” (İbn Esîr, Usdü’l-Gâbe, II, 55).

Hz. Ebubekir r.a Hayatı Künyesi Ve Lakabı Nedir? Hakkında Bilgi


Hz. Ebubekir r.a Hayatı Künyesi Ve Lakabı Nedir? Hakkında Bilgi
Hz. EBU BEKİR ES SIDDÎK (r.a)
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in İslâm’ı tebliğe başlamasından sonra ilk iman eden hür erkeklerin; raşit halifelerin, aşere-i mübeşşerenin ilki. Câmiu’l Kur’an, es-Sıddîk, el-Atik lakaplarıyla bilinen büyük sahabi.
Kur’ân-ı Kerim’de hicret sırasında Rasûlullah’la beraber olmasından dolayı, “…mağarada bulunan iki kişiden biri…” (et-Tevbe, 9/40) şeklinde ondan bahsedilmektedir. Asıl adı Abdülkâbe olup, İslâm’dan sonra Rasûlullah (s.a.s.)’in ona Abdullah adını verdiği kaydedilir. Azaptan azad edilmiş mânâsına “atik”; dürüst, sadık, emin ve iffetli olduğundan dolayı da “sıddik” lâkabıyla anılmıştır. “Deve yavrusunun babası” manasına gelen Ebû Bekir adıyla meşhur olmuştur. Teym oğulları kabilesinden olan Ebû Bekir’in nesebi Mürre b. Kâ’b'da Rasûlullah’la birleşir. Anasının adı Ümmü’l-Hayr Selma, babasının ki Ebû Kuhafe Osman’dır. Künyesi Abdullah b. Osman b. Amir b. Amir… b. Murra …et-Teymî’dir. Bedir savaşına kadar müşrik kalan oğlu Abdurrahman dışında bütün ailesi müslüman olmuştur. Babası Ebû Kuhafe, Ebû Bekir’in halifeliğini ve ölümünü görmüştür. Hz. Ebû Bekir’in Rasûlullah (s.a.s.)’den bir veya üç yaş küçük olduğu zikredilmiştir. İslâm’dan önce de saygın, dürüst, kişilikli, putlara tapmayan ve evinde put bulundurmayan “hanif” bir tacir olan Ebû Bekir, ölümüne kadar Hz. Peygamber’den hiç ayrılmamıştır. Bütün servetini, kazancını İslâm için harcamış, kendisi sade bir şekilde yaşamıştır.
Hz. Ebû Bekir, Fil yılından iki sene birkaç ay sonra 571′de Mekke’de dünyaya gelmiş, güzel hasletlerle tanınmış ve iffetiyle şöhret bulmuştur. İçki içmek câhiliye döneminde çok yaygın bir âdet olduğu halde o hiç içmemiştir. O dönemde Mekke’nin ileri gelenlerinden olup Arapların nesep ve ahbâr ilimlerinde meşhur olmuştur. Kumaş ve elbise ticaretiyle meşgul olurdu; sermayesi kırk bin dirhemdi ki, bunun büyük bir kısmını İslâm için harcamıştır. Rasûlullah’a iman eden Ebû Bekir (r.a.) İslâm dâvetçiliğine başlamış, Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Sa’d b. Ebî Vakkas ve Talha b. Ubeydullah gibi İslâm’ın yücelmesinde büyük emekleri olan ilk müslümanların bir çoğu İslâm’ı onun dâvetiyle kabul etmişlerdir.
Hz. Ebû Bekir hayatı boyunca Rasûlullah’ın yanından ayrılmamış, çocukluğundan itibaren aralarında büyük bir dostluk kurulmuştur. Rasûlullah birçok hususlarda onun görüşünü tercih ederdi. Umûmî ve husûsî olan önemli işlerde ashâbıyla müşavere eden Peygamber (s.a.s.) bazı hususlarda özellikle Ebû Bekir’e danışırdı. (İbn Haldun, Mukaddime, 206). Araplar ona “Peygamber’in veziri” derlerdi.
Teymoğulları kabilesi Mekke’de önemli bir yere sahipti. Ticaretle uğraşıyorlar, toplumsal temasları ve geniş kültürlülükleri ile tanınıyorlardı. Hz. Ebû Bekir’in babası Mekke eşrafındandı. Hz. Ebû Bekir, câhiliye döneminde de güzel ahlâkı ile tânınan, sevilen bir kişi idi. Mekke’de “eşnak” diye bilinen kan diyeti ve kefalet ödenmesi işlerinin yürütülmesiyle görevliydi. Muhammed (s.a.s.) ile büyük bir dostlukları vardı. Sık sık buluşur, Allah’ın birliği, Mekke müşriklerinin durumu ve ticaret gibi konularda müşâvere ederlerdi. İkisi de câhiliye kültürüne karşıydılar, şiir yazmaz ve şiiri sevmezlerdi, daha ziyade tefekkür ederlerdi.
İslâm’ı Benimsemesi
Hz. Ebû Bekir, Hira dağından dönen Hz. Muhammed ile karşılaştığında, Rasûlullah (s.a.s.) ona, “Allah’ın elçisi” olduğunu söyleyip “Yaratan Rabbinin adıyla oku” (el-Alâk, 96/1) diye başlayan âyetleri bildirdiği zaman hemen ona: “Allah’ın birliğine ve senin O’nun rasûlü olduğuna iman ettim” demiştir. Hz. Hatice’den sonra Rasûlullah’a ilk iman eden odur. Hz. Peygamber (s.a.s.) İslâm’ı tebliğinin ilk zamanlarında kiminle konuştuysa en azından bir tereddüt görmüş, ancak Ebû Bekir şeksiz ve tereddütsüz bir şekilde kabul etmiştir. Hatta Hz. Peygamber (s.a.s.), “Bütün insanların imanı bir kefeye, Ebû Bekir’in ki bir kefeye konsa, onun imanı ağır basardı ” diye lâtif bir benzetme de yapmıştır. Mü’min Ebû Bekir, hayatının sonuna kadar tüm varlığını İslâm’a adamış, bütün hayırlı işlerde en başta gelmiştir.
Ebû Bekir Mekke döneminde güçlü kabilelere mensup kişileri İslâm’a kazandırmaya çalıştı, öte yandan müşriklerin işkencelerine maruz kalan güçsüzleri, köleleri korudu; servetini eziyet edilen köleleri satın alıp azad etmekte kullandı. Bilâl, Habbab, Lübeyne, Ebû Fukayhe, Amir, Zinnire, Nahdiye, Ümmü Ubeys bunlardandır. Kendisi de Mescid-i Haram’da müşriklerin saldırısına uğramıştı. Ebû Bekir, iman ettikten sonra İslâm’ı tebliğe gizli gizli devam ediyordu. Annesi, karısı Ümmü Ruman ve kızı Esma da iman etmiş, fakat oğulları Abdullah, Abdurrahman ve babası Ebû Kuhafe henüz iman etmemişlerdi. Osman b. Affan, Sa’d b. Ebî Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Zübeyr b. Avvâm, Talha b. Ubeydullah gibi ilk müslümanları İslâm’a dâvet eden odur. Müşriklerin eziyetleri çoğalıp müslümanlara yapılan baskılar arttıktan sonra Hz. Peygamber Hz. Ebû Bekir’e de Habeşistan’a göç etmesini söylemiş ve Ebû Bekir yola çıkmış; ancak Berkü’l-Gımâd’da Mekke’nin ileri gelen kabilelerinden İbn Dugunne ile karşılaştığında İbn Dugunne onu himayesine aldığını ve Mekke’ye dönmesi gerektiğini belirterek, ikisi birlikte Mekke’ye dönmüşlerdir. Ancak şartlı olarak Ebû Bekir’i himayesine alan İbn Dugunne, Ebû Bekir’in açıktan açığa ibadet etmesi ve inancını yaymaya devam etmesi sebebiyle şartları yerine getirmediğini iddia ederek ona ibadetini gizli yapmasını söylediğinde Ebû Bekir, onun himayesine ihtiyacı olmadığını, zaten kendisine söz de vermediğini ifade etmişti: “Senin himayeni sana iâde ediyorum. Bana Allah’ın himayesi yeter.” Böylece onüç yıl Mekke’de Rasûlullah’ın yanında kalan Hz. Ebû Bekir, Hz. Aişe’nin rivâyetine göre, Rasûlullah hicret emrini alıp Ebû Bekir’e gelerek ona beraberce hicret edeceklerini söyleyince Ebû Bekir sevinçten ağlamaya başlamıştı (İbn Hişâm, es-Sire, II, 485).
Hz. Peygamber’in bir gecede Mekke’den Kudüs’e oradan Sidretü’l Münteha’ya gittiği İsra ve Mirâc * hâdisesini duyan müşrikler bunu Hz. Ebû Bekir’e yetiştirdikleri zaman; “O dediyse doğrudur.” demiştir. Bu sözünden sonra Ebu Bekir’e; ihlâslı, asla yalan söylemeyen, özü doğru, itikadında şüphe olmayan anlamında, “Sıddık” lâkabı verildi. Kur’an tâbiriyle, “O, ne iyi arkadaştı ” (en-Nisâ, 4/69) denilebilir.
İşte o “Sıddîk” ile o “Emîn”, o iki arkadaş beraberce Sevr dağındaki mağaraya hareket ederek hicret etmişlerdir.
Hicreti
Sevr mağarasına ilk giren Hz. Ebû Bekir, (r.a.) mağarada keşif yaptıktan sonra Rasûlullah içeri girmiştir. Ebû Bekir’in kızı Esma yolda yemeleri için azıklarını hazırlamıştı. Onlar Mekke’den ayrılınca müşrikler her tarafa adamlarını yollayarak aramaya başladılar. Kureyş kabilesinin müşrikleri Ebû Cehil başkanlığında Esma’nın evini aradılar, hakaret edip dayak attılar.
Hz. Ebû Bekir (r.a.) hicret yolculuğuna çıkarken yanına bütün parasını almıştı. Buna rağmen kızı Esma onun nerede olduğunu, nereye gittiğini kâfirlere söylememiştir. İz süren Mekkeli müşrikler Sevr mağarasına kadar geldiler. Rasûlullah bu sırada Kur’ân’da anlatıldığı biçimde şöyle diyordu: “Üzülme, Allah bizimledir” (et-Tevbe, 104/40). Nitekim Allah ona güven vermiş, göremedikleri askerleriyle onu desteklemiştir; Allah güçlüdür, hakimdir. Kâfirler tüm aramalara rağmen onları bulamadılar. Mağarada üç gün kaldıktan sonra Medine’ye yönelen Rasûlullah ile Ebû Bekir Kuba’ya vardılar.
Ebû Bekir mağarada kaldıkları günü şöyle anlatır: “Rasûlullah (s.a.s.) ile beraber bir mağarada bulundum. Bir ara başımı kaldırıp baktım. O anda Kureyş casuslarının ayaklarını gördüm. Bunun üzerine, ‘Ya Rasûlullah, bunlardan birkaçı gözünü aşağı eğse de baksa muhakkak bizi görür’ dedim. O, ‘Sus ya Ebû Bekir. İki yoldaş ki, Allah onların üçüncüsü ola, endişe edilir mi?’ buyurdu.
Kuba’da üç gün kalan Rasûlullah ile Hz. Ebû Bekir nihayet Medine’ye vardılar. Medine’de Hz. Ebû Bekir humma hastalığına tutuldu. Hastalık ilerleyip yatağa düştüğünde Rasûlullah, “Allah’ım Mekke’yi bize sevgili kıldığın gibi Medine’yi de bize sevgili kıl, hummayı bizden uzaklaştır’ diye dua ettiği zaman Hz. Ebû Bekir ve hasta olan diğer sahâbîler iyileştiler. Bu aradâ Hz. Âişe ile Hz. Muhammed (s.â.s.)’in düğünleri yapıldı. Mescidi Nebî inşâ edildi. Masrafların bir kısmını Hz. Ebû Bekir karşıladı. Medine’de kardeşlik tesis edildiğinde Ebû Bekir’in kardeşliği Harise b. Zeyd oldu.
Hz. Ebû Bekir Medine’de Mescidi Nebî’nin inşasına katıldı. Rasûlullah İslâm’ı yaymak ve düşmanlar hakkında bilgi toplamak için seriyye denilen keşif kollarını Medine dışına gönderiyor, bunlara bazen Hz. Ebû Bekir de katılıyordu. Rasûlullah ile birlikte bizzat çarpıştığı savaşlarda (Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te) Ebû Bekir de yer aldı. O, Müreysi, Kurayza, Hayber, Mekke, Huneyn, Taif gazvelerinde de bulundu. Rasûlullah’ın bizzat idare ettiği harplere gazve denir. Ebû Bekir, bu sözü geçen büyük savaşlardan başka, otuzdan fazla gazveye katılmıştır. Çarpışma olmaksızın Veddan, Buvat, Bedr-i Ûlâ, Uşeyre gazveleriyle de düşmanlar itaat altına alınmıştır. Bütün bu gazvelerde Hz. Ebû Bekir, Rasûlullah’ın en yakınında yer almış olup onun “veziri” gibi idi. Bedir’de, oğlu Abdurrahman müşrikler safında yer aldığında Ebû Bekir oğluyla çarpışmıştır. Sadece o değil, Bedir’de birçok sahâbî, oğlu, kardeşi, babası, dayısı ile çarpışmıştı. Bedir savaşı, müslümanların İslâm’ı herşeyden üstün tuttuklarını, Allah için en yakınları olan müşrikleri kan bağı veya kabile taassubu içinde kalmadan, başka insanlardan ayırdetmeden öldürdüklerini göstermektedir. Rasûlullah’ın bir amcası Hamza, İslâm ordusu safındayken öteki amcası Abbas, düşman safındaydı. Yeğeni Ubeyde kendi yanındayken, öteki yeğenleri Ebû Süfyan ve Nevfel müşriklerle beraberdi. Hattâ kızı Zeyneb’in eşi Ebû’l-As da Rasûlullah’a karşı müşriklerle birlikte savaşıyordu.
Hicretin 9. yılında Medine’de büyük bir kıtlık oldu. Bu arada Bizans İmparatoru, Şam’da Hicaz bölgesini istilâ etmek üzere büyük bir ordu hazırladı. Rasûlullah, bu orduya karşı İslâm ordusunu hazırlarken, kıtlık sebebiyle zorluklarla karşılaştı. Ebû Bekir malının hepsini bu ordunun hazırlanmasında kullandı. Onuncu yılda “Vedâ Haccı”nda bulunan Allah’ın Rasûlü, onbirinci yılda hastalandı.
Hilâfeti
Hicrî onbirinci yılda hastalanan Rasûlullah (s.a.s.) 13 Rebiyülevvel Pazartesi günü (8 Haziran 632) vefât etti. Onun vefâtını duyan müslümanlar büyük bir üzüntüye kapıldılar ve ilk anda ne yapmaları gerektiğine karar veremediler. Ama o da bir ölümlüydü. Hz. Ömer, onun Hz. Musa gibi Rabbi ile buluşmaya gittiğini, O’nun için “öldü” diyen olursa ellerini keseceğini söylüyordu. Ebû Bekir, Rasûlullah’ın iyi olduğu bir sırada ondan izin alarak kızının yanına gitmişti. Vefât haberini duyar duymaz hemen geldi, Rasûlullah’ı alnından öptü ve “Babam ve anam sana fedâ olsun ya Rasûlullah. Ölümünde de yaşamındaki kadar güzelsin. Senin ölümünle peygamberlik son bulmuştur. Şânın ve şerefin o kadar büyük ki, üzerinde ağlamaktan münezzehsin. Yâ Muhammed, Rabbinin katında bizi unutma; hatırında olalım …” dedi. Sonra dışarı çıkıp Ömer’i susturdu ve; “Ey insanlar, Allah birdir, O’ndan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. Allah apaçık hakikattir. Muhammed’e kulluk eden varsa, bilsin ki o ölmüştür. Allah’a kulluk edenlere gelince, şüphesiz Allah diri, bâkî ve ebedîdir. Size Allah’ın şu buyruğunu hatırlatırım: “Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Simdi o ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse Allah’a hiçbir ziyan veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır” (Âl-u İmrân, 3/144). Allah’ın kitabı ve Rasûlullah’ın sünnetine sarılan doğruyu bulur, o ikisinin arasını ayıran sapıtır. Şeytan, peygamberimizin ölümü ile sizi aldatmasın, dininizden saptırmasın. Şeytanın size ulaşmasına fırsat vermeyiniz” (İbn Hişâm, es-Sire, IV, 335; Taberî, Târih, III, 197,198).
Hz. Ebû Bekir bu konuşmasıyla orada bulunanları teskin ettikten sonra Rasûlullah’ın teçhiziyle uğraşırken, Ensâr, Benû Sâide sakifesinde toplanarak Hazrec’in reisi olan Sa’d b Uhâde’yi Rasûlullah’tan sonra halife tayini için bir araya gelmişlerdir. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Ebû Ubeyde ve Muhacirlerden bir grup hemen Benû Saîde’ye gittiler. Orada Ensâr ile konuşulduktan ve hilâfet hakkında çeşitli müzakereler yapıldıktan sonra Hz. Ebû Bekir, Ömer ile Ebû Ubeyde’nin ortasında durdu ve her ikisinin ellerinden tutarak ikisinden birine bey’at edilmesini istedi. O, kendisini halife olarak öne sürmedi. Hz. Ebû Bekir’in konuşmasından sonra Hz. Ömer atılarak hemen Ebû Bekir’e bey’at etti ve, “Ey Ebû Bekir, müslümanlara sen Rasûlullah’ın emriyle namaz kıldırdın. Sen onun halifesisin ve biz sana bey’at ediyoruz. Rasûlullah’a hepimizden daha sevgili olan sana bey’at ediyoruz” dedi. Hz. Ömer’in bu âni davranışı ile orada bulunanların hepsi Ebû Bekir’e bey’at ettiler. Bu özel bey’attan sonra ertesi gün Mescid-i Nebî’de Hz. Ebû Bekir bütün halka hutbe okudu ve resmen ona bey’at edildi. Rasûlullah’ın defni salı günü gerçekleşirken, onun nereye defnedileceği hakkında da bir ihtilâf meydana geldiğinde Hz. Ebû Bekir yine firasetini ortaya koydu ve “Her peygamber öldüğü yere defnedilir” hadisini ashaba hatırlatarak bu ihtilâfı giderdi. Rasûlullah’ın cenaze namazı imamsız olarak gruplar halinde kılındı. Bütün bunlar olurken, Hz. Ali’nin Hz. Fatıma’nın evinde Haşimoğulları ve yandaşları ile toplandığı ve bey’ata ilk zamanlar katılmadığı nakledilir. Hz. Ali rivâyetlere göre, el-Bey’atü’l-Kübrâ’ya bey’at edildiği haberini alır almaz, elbisesini yarım yamalak giydiği halde evden fırlamış ve gidip Hz. Ebû Bekir’e bey’at etmiştir (Taberî, Târih, III, 207). Onun aylarca Hz. Ebû Bekir’e bey’at etmediği haberleri gerçeğe uygun olmasa gerektir. Çünkü onun Ebû Bekir’in üstünlüğünü bildiği, onun hakkında yaptığı konuşmalar ve tarihin akışı, diğer rivâyetlere aykırıdır.
Râsulullah’ın en yakın ashâbı arasında -hattâ Ebû Bekir ile Ömer arasında- zaman zaman ihtilâflar, görüş ayrılıkları meydana gelmişse de ilk iki halife zamanında da görüldüğü gibi dâima birliktelik devam ettirilmiştir. Anlaşmazlık gibi görünen hâdiselerin birçoğunda huy ve karakter farklılığı rol oynuyordu. Meselâ Ebû Bekir yumuşak ve sâkin davranırken, Ömer sertlik yanlısıydı. Ama her zaman birlikte hareket ettiler. Ebû Bekir’in yönetiminde, Hz. Ali ve Zübeyr b. Avvam Ridde savaşlarında kararların içinde, namazlarda Ebû Bekir’in arkasında yer almışlardır (İbn Kesir, el-Bidâye ve’n Nihâye, V, 249). Hz. Ali, Rasûlullah’ın bir vasiyeti olsaydı ölünceye kadar onu yerine getireceğini söylemiş (Taberî, a.g.e., IV, 236) ancak, İbn Abbas’ın Rasûlullah hastalandığı zaman ona gidip hilâfet işini sormak istemesini geri çevirmiştir. Yani Hz. Ebû Bekir’in halifeliğine karşı kimseden bir çıkış olmamıştır. Zaten tabii, fıtrî, akli ve maslahata uygun olan da onun halifeliğidir. Hz. Peygamber ölmeden önce yazılı bir ahidname bırakmamış, ancak Hz. Ebû Bekir’in faziletine dair Mescid’de konuşmuş, hasta yatağındayken onu ısrarla çağırtmış ve yerine İmam tâyin etmiştir.
Hz. Ebû Bekir, kendisine Rasûlullah’ın mirasından pay almak için gelen Hz. Fâtıma’ya, “Rasûlullah’ın yaptığı hiçbir şeyi yapmaktan geri durmam” diyerek, Fâtıma’nın peygamberin kızı olmasını dinin üstün tutulmasından daha önemsiz görmüş ve Rasûlullah’ın yanındayken ondan ne duymuş, ne görmüşse onu tatbik etmiştir (Taberî, III, 220). Sonraları Hz. Ali’nin hilâfeti zamanında Fâtıma’ya -ki, Ebû Bekir’e gidip miras isterken onu savunmuştu- mirastan hiçbir şey vermemesi de ashâbın Rasûlullah’ın sünnetine nasıl itaat ettiklerinin delilidir (İbn Teymiye, Minhâc’üs-Sünne, III, 230). Hz. Ebû Bekir “Rasûlullah’ın Halifesi” seçildikten sonra Mescid’de yaptığı konuşmada, “Sizin en hayırlınız değilim, ama başınıza geçtim; görevimi hakkıyle yaparsam bana yardım ediniz, yanılırsam doğru yolu gösteriniz; ben Allah ve Rasûlü’ne itaat ettiğim müddetçe siz de bana itaat ediniz, ben isyan edersem itaatiniz gerekmez…” demiştir (İbn Hişâm, es-Sire, IV, 340-341; Taberî, Târih, III, 203).
Mürtedlerle Mücadele, Irak ve Suriye Fütühatı
Hz. Ebû Bekir Rasûlullah’ın halifesi olduktan sonra, onun vefâtıyla Arabistan’da Mekke ve Medine dışındaki bölgelerde görülen dinden dönme hareketlerine, yalancı peygamberlere, “namaz kılarız, ama zekât vermeyiz” diyenlere karşı savaş açtı. Esvedu’l-Ansı, Müseylemetü’l-Kezzâb, Secah, Tuleyha gibi yalancı peygamberlerle yapılan savaşlarla bu zararlı unsurlar yok edilmiş, isyan bastırılmış, zekât yeniden toplanmaya ve Beytü’l-Mal’e konulup dağıtılmaya başlanmıştır. Rasûlullah’ın hazırladığı, ancak vefâtı sebebiyle bekleyen Üsâme ordusunu Ürdün’e yollayan Ebû Bekir, Bahreyn, Umman, Yemen, Mühre isyanlarını bastırmıştır. İçte isyancılarla mücâdele edilirken, dışta da iki büyük imparatorluğun, İran ve Bizans’ın ordularıyla karşılaşılmıştır. Hîre, Ecnâdin ve Enbâr, savaşlarla İslâm diyarına katılmış, Irak fethedilmiş, Suriye’nin de önemli kentleri ele geçirilmiştir. Yermük savaşı devam ederken Hz. Ebû Bekir vefât etmiştir. Onun ordusuna verdiği öğütlerde şu ibareler vardır: “Kadın, çocuk ve yaşlılara dokunmayın, yemiş veren ağaçları kesmeyin, ma’mur bir yeri tahrip etmeyin, haddi aşmayın, korkmayın.” Gerçekten İslâm ordusu fethettiği yerlerde kimseye zulmetmemiş, adaletiyle düşmanların takdirini kazanmış, müslüman olmayıp da cizye vererek İslâm’ın himayesine giren milletler huzur ve emniyet içinde yaşamışlardır.
Kur’ân-ı Kerîm’in Toplanması, “Mushaf”ın Meydana gelmesi
Hz. Ebû Bekir, Ridde harplerinde, vahiy kâtiplerinin ve kurrâ’nın birçoğunun şehid olması üzerine, Hz. Ömer’in Kur’ân’ın toplanması fikrine önce sıcak bakmamışsa da sonra ona hak vererek, Kur’ân âyetlerinin toplanmasını sağlamıştır. Rasûlullah zamanında peyderpey inen vahiy, kâtiplerce ceylan derilerine, beyaz taşlara, enli hurma dallarına yazıldığı gibi, ashâbın çoğu da Kur’ân hâfızı idi. Ancak, yazılı olan âyetler dağınıktı, kurrâ da azalınca Kur’ân’ın muhafazası hususunda endişe edildi. Ebû Bekir, Zeyd b. Sâbit’in başkanlığında bir heyet teşkil ederek, herkesin elindeki âyetleri getirmesini emretti. Ayrıca şâhitlerle âyetler doğrulanıyor, kurrâ’ ile te’kid ediliyordu. Böylece bütün âyetler toplandı ve “Mushaf” meydana getirildi. Bu Mushaf Ebû Bekir’den Ömer’e, ondan da kızı Hafsa’ya geçti ve Hz. Osman zamanında çoğaltılarak Dârü’l-İslam’ın bütün vilâyetlerine dağıtıldı.
Vefâtı
Hilâfeti iki sene üç ay gibi çok kısa bir müddet sürmesine rağmen Hz. Ebû Bekir zamanında İslâm devleti büyük bir gelişme göstermiştir. Hz. Ebû Bekir Hicrî 13. yılda Cemâziyelâhir ayının başında hicretten sonra Medine’de yakalandığı hastalığının ortaya çıkması üzerine yatağa düşünce yerine Ömer’in namaz kıldırmasını istedi. Ashâbla istişâre ederek Hz. Ömer’i halifeliğe uygun gördüğünü söyledi. Hz. Ömer’in sert ve kaba oluşu gibi bazı itirazlara cevap verdi ve hilâfet ahitnamesini Hz. Osman’a yazdırdı. Ebû Bekir (r.a.) de, çok sevdiği Rasûlullah gibi altmışüç yaşında vefât etti. Vasiyeti gereği Rasûlullah’ın yanına -omuz hizasında olarak- defnedildi. Böylece bu iki büyük insanın, iki büyük dostun, kabirlerinde de birliktelikleri devam etti.
Kişiliği ve Yönetimi
Tâcir olarak geniş bir kültüre sahip olan Hz. Ebû Bekir, dürüstlüğü ve takvâsı ile ashâb içinde ilk sırada yeralır. Karakteri; yumuşak huyluluk, çok düşünüp çok az konuşmak, tevâzu ile belirgindi. Hz. Âişe’nin rivâyetine göre, “gözü yaşlı, gönlü hüzünlü, sesi zayıf” biri idi. Câhiliye döneminde müşrikler ona güvenir, diyet ve borç-alacak işlerinde onu hakem tanırlardı. Rasûlullah’ın en sadık dostu olan Ebû Bekir’in Mirâc olayında sergilediği sonsuz bağlılık örneği ona “es-Sıddık” lâkabını kazandırmıştır. O bu olayda “O ne söylüyorsa doğrudur” demiştir. Cömertlikte ondan üstünü de yoktur. Bütün malını mülkünü İslâm için harcamış, vefât ederken vasiyetinde, halifeliği müddetince aldığı maaşların, topraklarının satılarak iâde edilmesini istemiş ve geride bir deve, bir köleden başka birşey bırakmamıştır. Dört eşinden altı çocuğu olan Ebû Bekir, kızı Âişe’yi Rasûlullah ile hicretten sonra evlendirmiştir (Tabakat-ı İbn Sa’d, VI, 130 vd.; İbnu’l-Esir, II, 115 vd).
Hicret sırasında mağarada iken ayağını bir yılan soktuğunda ve ayağı acıdığında o sırada dizine yatıp uyumuş olan Peygamber’i uyandırmamak için sesini çıkarmaması, ağlarken Hz. Peygamber uyanıp ne olduğunu sorduğunda, “Anam-babam sana fedâ olsun ya Rasûlullah” demesi olayı Ebû Bekir’in Rasûlullah’a olan bağlılığının örneklerinden sadece biridir. Hz. Ebû Bekir’in beyaz yüzlü, zayıf, doğan burunlu, sakallarını kına ve çivit otuyla boyayan sakin bir adam olduğu rivâyet edilir (İbnü’l Esir, el-Kâmil fi’t-Târih, II, 419-420). Rasûlullah’tan sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebû Bekir’dir. O, Hz. Peygamber’in veziri, fetvâlarda en yakını idi. Rasûlullah’ın, “İnsanlardan dost edinseydim, Ebû Bekir’i edinirdim” (Buhâri, Salât, 80: Müslim, Mesâcid, 38: İbn Mâce, Mukaddime, II) ve “Herkeste iyiliklerimin karşılığı vardır, Ebû Bekir hariç” demesi ve son hutbesinde, “Allah, kullarından birini dünya ile kendi katında olan şeyleri tercih hususunda serbest bıraktı; kul, Allah katında olanı tercih etti” diye Ebû Bekir’i övmesi ve mescide açılan tüm kapıları kapattırıp yalnız Hz. Ebû Bekir’in kapısını açık bırakması ona verdiği değeri göstermektedir.
Hz. Ebû Bekir’in nasslara aykırı hiçbir görüşü bize ulaşmamıştır, çünkü böyle bir reyi yoktur. Ebû Bekir nâsih sünneti çok iyi biliyor, Rasûlullah’ı herkesten çok tanıyordu. Bu yüzden hilâfetinde kendisine karşı içte muhâlif bir hareket olmamış ve fitneler görülmemiştir (Buhâri, Fedâilü’l-Ashâbı’n-Nebî, 3 ). İhtilâf veya ihtilâflarda çözümsüzlük, bid’atler onun devrinde yaşanmamıştır. “Üzülme, Allah bizimle beraberdir” buyuran Rasûlullah’ın haberi sanki lâfızda ve mânâda Hz. Ebû Bekir’de zâhir olmuştur (İbn Teymiye, Külliyat Tercümesi, İstanbul 1988, IV, 329).
Kaynaklarda onun, “Ben ancak Rasûlullah’a tâbiyim, birtakım esaslar koyucu değilim” diye kararlarında çok titiz davrandığı zikredilir (Taberî, IV, 1845; İbn Sa’d, III, 183). Bir meseleyi hallederken önce Kur’ân’a bakar, bulamazsa Sünnet’te araştırır, orda da bulamazsa ashâbla istişâre eder ve ictihad ederdi. Ganimetin bölüşümü meselesinde Muhâcir-Ensâr eşitliği’nin ihtilâfa yol açmasında Ömer’in Muhâcirlere daha çok pay verilmesini savunmasına rağmen ganimeti eşit olarak bölüştürmüştür. O sebeple hilâfetinde huzursuzluk çıkmadı. Rasûlullah ve kendisi, bir mecliste bir anda verilen üç talâkı bir talâk saymışlar, bu daha sonra-birçok “maslahat gereği” diye yapılan değişiklik gibi- üç talâk sayılmıştır. Yani Ebû Bekir, Rasûlullah’ın tüm uygulamalarını aynen tatbik etmek istemiş; bazen -kalpleri İslâm’a ısındırmak istenenlere toprak vermesi gibi- maslahat gereği veya zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesini söyleyen ashâbına uymuştur. Müslümanlar henüz otuzsekiz kişiyken Mekke’de Mescid-i Haram’da İslâm’ı tebliğ eden ve müşriklerce dövülen Ebû Bekir’e hilâfetinde “Halifet-u Rasûlillah” denilmiş, sonraki halifelere ise “Emîrü’l-Mü’minîn” denilmiştir. Mâlî işlerini Ebû Ubeyde, kadılık ve kazâ işlerini Hz. Ömer, kâtipliğini Zeyd b. Sâbit ve Hz. Ali, başkumandanlığını Üsâme ve Halid b. Velid yapmıştır. Medine Dârü’l-İslâm’ın başkenti olmuş, Mekke, Taif, San’a, Hadramevt, Havlan, Zebid, Rima, Cened, Necran, Cureş, Bahreyn vilâyetlere ayrılmıştır. Yönetimi merkezî olup, ganimetlerin beşte biri Beytü’l-Mal’de toplanmıştır.
Hz. Ebû Bekir, Mukillîn* denilen çok az hadis rivâyet eden ashâbdan sayılır. O, yanılıp da yanlış birşey söylerim korkusuyla yalnızca yüz kırk iki hadis rivâyet etmiş veya ondan bize bu kadar hadis rivâyeti nakledilmiştir. Hutbe ve öğütlerinden bazıları şöyledir:
“Rasûlullah vahy ile korunuyordu. Benim ise beni yalnız bırakmayan bir şeytanım vardır… Hayır işlerinde acele edin, çünkü arkanızdan acele gelen eceliniz var… Allah için söylenmeyen bir sözde hayır yoktur… Herhangi bir yericinin yermesinden korktuğu için hakkı söylemekten çekinen kimsede hayır yoktur… Amelin sırrı sabırdır… Hiç kimseye imandan sonra sağlıktan daha üstün bir nimet verilmemiştir… Hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekiniz